Pas
Elimle kazıdığım çamurlu yolların ötesinde, henüz bitimine yakınken bir dağın yamacında, ağır karanlıkta ve sisin içinde kavak ağaçlarının arasından çıkıp gelen bir çift göz, belki her şeyi değiştirebilir.
Uzunca bir düzlük, nehrin kenarı ve sararmış yaprakları ile ruhumu karanlığa çeken sessiz ve bir o kadar gürültülü yolda ilerlerken, korkularım ile yüzleşmenin ne kadar da zor bir zaman olduğunu hissettim. Çünkü ölüm bu kadar yakınken insana, ölüme inanmıyor olması, şakaya gelmez bir yaşam ciddiyeti ile mümkündür.
Birisi diyor ki toprak kavgası, birisi vatan için olduğunu, birisi Tanrı böyle buyurdu, böyle emrediyor, diyor. Uzadıkça uzuyor söylentiler. Yaşım henüz on altı. Zamanın pek de önemi olmadığını ilk defa o zaman kavrıyor bedenim. Uyumayalım diye içtiğimiz ilaçlar, kazılan kuyularda pusuya yatmış düşmanlarımıza benziyor, ki ikisi de ölüm için tek bir ânı bekliyor. Yüksek doz… Geriye baktığımda gördüğüm, kördüğümden ibaret bir yaşamı, sahip olduğum korkak cesareti ile ölümle şereflendirmek olduğu…
Savaş henüz başladı.
“Tek bir kıvılcım savaşı başlatır.” dediklerinde çok şaşırmış, üstelik hayretle bakmıştım bu kadar nefret dolu yaşamda, savaş neden başlamıyor diye. Aptallık etmişim. Eli silah tutar diyerek, 500 kişinin arasında, kim olduğumu ararken buldum kendimi. Belki kahraman, belki esir, belki ölü olarak kurtulacaktım buradan. Benimle beraber aynı adımları atan, aynı yemeği yiyen, aynı sigaradan içen aynı nefreti paylaşan bir taburun içinde, şarkılar ve şiirler söyleyerek, güneş yeniden doğacak umudu ile adım adım ilerliyorduk.
Gittikçe daha az, gittikçe daha hasta bir hale bürünen toplulukta, nasıl olur da ilerliyor gibi gözüküp, her adımda daha da geriye gidiyoruz, anlam veremiyorum. Koşuyor, ateş ediyor, ölüyor, öldürüyor ve yaşatmaya çalışıyordum. Nasıl bir çelişki bu, hangi gücün elinde aklım?
“Nasıl olur da böyle bir kaosun içinde aklıma sahip çıkan bir ruha sahip olabiliyorum?“
Her adımda ne zaman bitecek sorusunu sormaktan kendimi alıkoyamazken, hüzünlü bir mektup işte benimki… İçinde kurumuş güllerden hasret kokuları, kâğıda limon suyuyla yazılmış anlaşılamaz kelimeler, sol altta kara kömürden bir imza… Eh be diyorum kendi kendime, burada da bulmamalısın beni.
Birkaç şarapnel parçası, iki de bıçak yarası ile savaşın sonuna doğru gelirken, başladığım yere, kavak ağaçlarının arasına dönüyorum. Hüzünlü bir fotoğraf çekmişiz, siyah beyaz ve uzakta köpek sesleri… Sana ve bana sesleniyorum, sesim bir hüzün teranesi, ıssız ve boğuk, duyuyorsun. Fakat buna karşı tek bir hamle yapmamaktasın. Kelimeler işlevini yitiriyor birer birer. İlk kez çaresizliği tadıyorum. Kulağımda bir Walther patlaması, uzaktan izliyorsun. Senin de gözlerin yaş içinde halbuki, ben esir düşmüş, kurtarılmayı bekleyen çaresiz… Dünya yıkılmış, önemsiz kalıyor. Çünkü herkes kendi dünyasını düşünmekte ve buna karşı tek bir hamle yapmamaktayız. Tepemde cızırdayan lamba sönüyor. Sanki bütün düşmanlarım başıma üşüşmüş ve tek sözümle ortadan yok olmuşlar gibi. Sadece gibi kalıyor geriye, karşımda bir düzine nefret dolu bakış…
Uzaktan izliyorsun beni, ölümü hiç bu kadar istememiştim. Kavak ağaçlarının kabuklarını soyuyoruz sıkıldıkça. Altımız soğuk toprak, üstümüz yaldızlı gök. Görmek için sisi aşmak gerek. Zihnimizin içindeki prangaları ve tel örgüleri nasıl aşmak gerek?
Uzun hikaye…
1939, Nobel Barış Ödülü‘ne kimse sahip olamadı. İkincisi gerçekleşen bir savaş başlamıştı. Ölüm umarsızca dolaşıyordu tozlu yollarımızda. Gerçi Alfred Nobel de dinamiti, yani ölümü icat etmişti. Ben esir düşmüştüm. Gerçekliği kaybediyoruz. Gerçekten, gerçeği istiyor muyuz?
Savaşta esir düşmekle, yaşamda esir düşmek arasındaki ince farkı o zaman anlıyorum ki ikisi de biz yaşarken, biz görüyorken ve biz müsaade ediyorken gerçekleşiyor.
“Üstünden çok yıllar geçti ama sormak istiyorum, bazı hatıralar neden ölümsüzdür?”
Yorgunluğu gözlerinden belli olan bir asker yanıma doğru yaklaştı. Açıkçası bu kalabalık arasından beni seçmesine sebep olan şeyi düşündüm biraz ve kısa bir tanışma faslı geçirdikten sonra biraz sessiz kalıp anlatmaya başladı.
“Benim” dedi. “Benim hikâyem çok daha önce başladı. Bir ihtimal cinayet mahâllinde kendimi asmıştım.” Biraz sessizlik olsun istermiş gibi kafasını önüne doğru eğip, yavaşça yukarı baktı. “Sen” dedi, “Senin hikâyen de çok önceden başladı. Belki benden daha eski. Belli ki buranın yabancısı değilsin, kalıcı da değilsin. Fakat bırakıp gidemeyen kiracı gibisin.“
Bilemiyorum demekle, bilmiyorum demek arasında bulunan farkı gözetip, sessizce kafamı sallayarak onayladım. Öyle ise kısaca anlatayım diyerek, maraş otundan biraz dudak altına koyup gevşedi.
“Henüz daha çok, belli ki çok küçüktüm. Yeni yeni tenim kararmaya başlamış, bakma böyle olduğuma çocukken sarışındım ben. Babam savaşta hayatını kaybetmiş, köyümüz yağmalanmış. Anam kolumdan tutup ‘ölüm sırayla olsun’ ağıtlarını yakarak köylüler ile yola çıkmıştı. Toplasan 50 kişiyi geçmez sayımız, yarımız çocuk, birkaç köyün büyüğü, geriye kalanlar dul kadınlar. Her gözden acı ve umut aynı anda dökülüyordu. Ben yorgun düştükçe, bir sıpanın sırtına uzanıyor, acıya henüz kılıf biçemiyordum.“
Ben, ıslanmış arap kağıtlarını kuruluyor, bir yandan da tütün ayıklamaya çalışıyordum. Kendi derdim, kendiliğime hakim olmuşken, ulan bir de bu çıkmıştı başıma ve adamın ismi neydi? Es bile vermeden anlatıyordu ve ölümü anlatırken gülümseyen gözlerini, ki bunu alışmış olmasına veriyorum.
“Hiç mi ağlamamıştı hayatı boyunca?”
“Kaç gün gittiğimizi bilmiyorum. Fakat 21. tepeyi aştığımızda olmak istediğimiz yerde olduğumuz kanaatine varmıştım. Topraktan evler öylesine ihtişamlı geliyordu ki bana, damlarındaki mavi brandalar ve evlerin biraz gerisinden akan, o mavi ırmak, her şeye değerdi. Mavi değilmiş tabii, asıl rengi sonra öğrendim. Köyün girişine yaklaştığımızda bizleri karşılayan meraklı bir kalabalık ve oldukça yaşlı birkaç ihtiyardan başka, pencereden izleyen meraklı bir çift göze, gözüm takıldı.“
Bu esnada gözleri dolmuştu adamın. Tahmin etmesi zor olmasa gerek devamını, ama kimsenin iç dünyasına karışmamayı uzun zaman önce acı bir tecrübe ile öğrenmiştim.
“Köyün yerlileri, bize evlerini, sofralarını, dostluklarını ve acılarını açmıştı. Her coğrafyada olduğu gibi, bu araziler de acıyla boyanmış, kanla bezenmişti. Büyüklerin anlattığına göre, bir eşkıya sürüsü dadanmış yıllar öncesinden bu köye, o zamanki ağa denen adam da 3 kuruş para için erzak, tahıl, buğday ne varsa teslim etmiş eşkıyalara. Sözde, köylülere iyilik yapmış. Ulan be adam, köylüyü aç bırakmışsın. Ee sonradan öğrenmiş tabii ahali. Ağa, iş birliği yapmış daha önceden eşkıyalar ile. Kendi komisyonunu almış, olan gariban marabalara olmuş işte. Köy, bu olaylar yüzünden iki tarafa ayrılmış zaten; ağayı savunanlar, savunmayanlar. Ulan ölen ölmüş işte, siz daha neyin ayrı gayrısındasınız. Bizi evine kabul eden aile, ağa ile yakın akraba tabii. Tuzumuz biraz kuru. Fakat huyum pis, nerede yokluk orada ben varım. O koca köyde gidip de ağadan olmayanların mahallesinde oyun arkadaşları edindim. E tabii o bir çift gözün de çok etkisi oldu.“
Ulan şimdi tam sırası, sor ne soracaksan: “Ulan arkadaş, senin adın yok mu?”
“Var tabii be olmaz olur mu? Ama olmaz olsun. Talihim yok ki, adıma yakışsın yaşamım. Sen şimdi şu hikâyeyi dinle. Zaten savaşın ortasında, adımı ne yapacaksın. Ölsem mezarım toprak, kalsam evim. Gidecek yerim mi kaldı ki adımın bir önemi olsun!”
“Bir çift göz diyordun?”
“Evet, o zamanlar tabii çocuk sayılır yaşım. Çocuklar ile top oynayıp, kiraz ağaçlarını talan ediyoruz. Ben becerikli bir çocuktum. Salıncak yaptım mahallenin çocuklarına. Herkes etrafımda dolaşıyor, ben de o evin etrafında dört dönüyorum. Ulan diyorum, hava kararır kararmasına ama parlar mı ay ışığında o gözler? Yoksa ben mi rüyadayım, öyle gözler, beni ne diye arar. Tabii her gece gizli gizli aşağıdaki mahalleye gidip, salıncakta sallanıyorum. Ağaçların arasından çok az da olsa bir parıltı geliyor. Anamın ağıtlarından mırıldanıyorum kendi kendime. Birden ayak sesleri duymaya başladım. O gördüğüm bir çift göz, bana doğru geliyordu. Sesim titremeye başladı, sustum.“
“Tam bu sırada bulunduğumuz tabura yeni bir emir gelmişti. Yaralılar en yakın şehre taşınacaktı. Altı yılın sonuna doğru geliyorduk ve artık nerede olduğumun hiçbir önemi kalmamıştı. Gittiğim her yer, attığım her adım, aldığım her nefes, acıdan başka bir şey hatırlatmıyordu.“
“Gidelim arkadaş, belki kurtuluşa ereceğiz, belki de yeniden hayatlarımıza kavuşacağız.“
“Kavuşacağım, kurtuluş ile mümkün değildi artık. Sessizce emirleri yerine getiriyor, acılara ve hasretlere ortak olmaktan uzak durmaya çalışıyordum. ‘Belki’ diyebildim sadece. Adımız asker sonuçta. Fakat yarım kalan hikâyenin sonunu da merak etmiyor değilim. İçimde bir şeyler uyanıyor, yeniden yaşama tutunmak için, yeni bir güne uyanmam gerekiyordu. Tabur bölündü, herkesin görevi belli oldu. Tabii son görev bu, eve dönüş…“
“Benimle gel, yeni bir hikâye yaşayacağız.“
Yaşayacağımız sadece yeni acılardan başka bir şey değildi. Bunu iyi biliyordum. Yarım kalanı elbet başka bir şekilde veyahut başka birisine anlatıp sonuna yakışır bir nokta koyabilirdi. “Yapmam gereken şeylerin olduğunu düşünüyorum. Gidecek yerim olmasa bile bir yerin yabancısı olmaktan korkar haldeyim. Çünkü her yerin yabancısıyım. Çok uzun da yaşamam zaten, beni sırtına yük edeceğine, kavuşacağın yere huzurlu adımlarla kavuşmanı isterim.”
Tabur yola çıkmış, bize de uygun adım yürümek kalmıştı sadece. Dört günlük yürüyüşün ardından, trenlerle yola devam etmiş, açlığa ve yokluğa katlanan binlerce insan arasında sadece bir insan olduğumu bildiğim için, şikayet etmiyor, en derinlerime kadar acıyı yaşamayı görev biliyordum. Bir hikâye yarım kalmış, benim hikâyem ise hiç var olmadan sona erecek gibiydi. Tren şehre girmiş, coşkulu kalabalık tarafından büyük bir mutluluk ile karşılanmıştık. Uzakta sevdiklerini arayan gözleri, kavuşanlar göremiyordu elbette. Herkes kendi dünyasının savaşını kazanmış veya kaybetmişti. Trenden inip uzun ince adımlarımla yürümeye başladım. Sokaklar, mezarlıklar gibi, ölenlere ağlayanlar, yaşadıkları için sevinenler, alışacak olanlarla doluydu. Gidecek bir yerim yoktu, aramıyordum da. Bir süre devletin işlerinde çalıştım. Yıkılan binaları, hatıraları öldürülmüş sokakları yeni baştan yapıyor, insanlara yeni evler yeni hatıralar kazandıracak sokakları inşa ediyorduk.
Bir şehirden kalkıp ötekine giderken, kendi iç dünyamın kavgasından ve insanların hayat kavgasından kurtulmak için bana hikâye anlatan o adamın söylediği ağıtları mırıldanıyordum. Çünkü acımı başka bir acı ile bastırmak bana iyi geliyordu. Bu işlere gidip gelirken, yeni şehirlere, yeni hayatlara dokunuyordum. Kimsenin bana dokunmayışının, hiçbir türlü kendimi anlatamayışımdan olduğunu düşünüyordum.
“İnsanın ulaşmak istediği en uç zirve nedir?”
Bir evi dahi olmayan benim için, önceliğim bir yuvaya sahip olmak olabilir mi? Zira savaştan birkaç yara ile kurtulmak mı uç noktam? Çok soru soruyor olmam merak ettiğim için değil, sadece kendime hiç acımıyor olmamdan kaynaklanıyordu. Ki son sözlerim bile, “Istırap hayattır.” Ömrüm boyunca tamamlanacak olan yarım kalmış bir hikâyenin bütün sözlerini ezberlemiş olmam da kendime yaptığım en büyük zulüm olsa gerek.
Yazarın fikri ruhiyeti:
Zannımca, öfke duygumu henüz yenemedim. Kurtulamadığım iç savaşımın bana bu kadar acı veriyor olması, nefret ettiğim bütün benliğimde uyanıp harekete geçmesinden başka bir şey olmasa gerek. Sonuçta kimse yarım kalmış sözlerin devamını kendisi yazmaz. Çünkü yarım kalanı tamamlamak insanî bir davranış değildir. Doğrusu ıstırap, keder, öfke, üzüntü ve daha tarif edemediğim birçok eksiklik hissiyatına, bir ihtimal verip tamamlamak benim asli görevim değil.
“Beni neden öldürdün, yaşamak için gözlerine ihtiyacım var!”
Savaşın ya da kaosun sonunda gelen “acı” ve “ölüm”… Hepsi hayatın bir parçası. Hikâye güzel, diyaloglar güzel, öyküde kendini ya da hayatı sorguladığın anlar güzel… Tebrik ederim. 🙂