03/04/2020
ACI: GÜN
27 Şubat 2020, Kayseri otogardayım. Karşılamaya annem babam ve teyzemin kızı Rabia gelmiş. Kucaklaştık ve arabaya geçtik. İçten içe merak ediyordum. “Rabia neden gelmiş ki? Aa, yoksa teyzemle sabah bize geldiler de şimdi de bana sürpriz karşılama mı yaptılar?” aman neyse canım gittiğimiz yerde sorar öğrenirim diye düşündüm kendi kendime. Rabia’nın, annemin hatta babamın bile bakışlarımda anlamlandıramadığım bir derinlik vardı. Birkaç saniye göz göze kaldılar. Annem bulunduğu ön koltuktan arkaya doğru döndü, Rabia yanımda ve ellerimi tuttular, araba yavaşladı. Şaşkınım. Bir haberin gelişini hissetmişçesine sanki kendimi hazırlıyorum. Annem birkaç iyimser cümleden sonra beynimde şimşekler çaktıran, her arklıma gelişinde irkildiğim beni bulmamasını istediğim o cümleyi söyledi. “… ve Emel teyzeni kaybettik.” Yaşadığım belki de en soğuk algı süreciydi. Anlamsızdı. Kollarım uyuşup iki yana düştü. O an insan imkanı varken kaybetmeli aklını. O haberi alınca kaynar sular onu yakmalı, kavrulmalı. Demek dört gün önce olan bu felaketmiş beni daraltan demek ki buymuş bana nefes aldırmayan. Rabia’nın ve annemin sakinliği benim hırçınlığımı eve gelene kadar alıp götürmüştü. “Ama ben teyzeme gelmeliydim cenazesine değil, olamaz, çok saçma!” Eve geldik. Dedem bahçedeydi beni gördü ve ikimiz de ağlayarak sarıldık. Ah benim tek başına koca bir dağ olan dedem… Ah en dik en güçlümüz… Ben dedemi hiç ağlarken görmemiştim. Bu -beni görüp ağlamaya başlaması- o kadar etkiledi ki beni sürekli “Bu gerçek olmamalı.” diye sayıklayarak eve çıktım. Ayaklarımı sürüyorum, teyzemin olmadığı eve girmek… “Her geldiğimde beni kapıda karşılayan o kadın nerede? Neden teyzem açmadı kapıyı? Neden bilip bilmediğim bir sürü insan doluşmuş buraya? Herkes çıldırmış olmalı, ölmeyen birinin perşembesi için neden toplanıldı?”. İçeri girdim. İnsanlar ne yapacağıma dair merakla yüzüme bakıyorlar. Bense ağlamaktan kızarmış gözlerimle, rengi çekilmiş dudaklarımla ve tepki veremeyen halimle anneannemin olduğu odaya doğru yöneldim. Sarıldım. Ağlamamalıydım, sakin olmalıydım. Anneannem içindeki yangına rağmen serin davranıyordu. Anladığım kadarıyla zor zapt edip kendini, yutkunuyordu acısını. Öğrendiğim andan itibaren hayatta başka boyuta geçtiğimden eminim. Etrafımda akıp giden, seyreden olayları anlamlandırıp yaşayamıyorum. İdrak gücümü kaybettim…
Annemin diğer kardeşleri, teyzelerim Zehra ve Nihal. Yüzlerine bakıyorum, anneme bakıyorum. Üçünün de gözlerinde boşluk ve sendeleyiş var. Dört kız kardeşten en büyüğünün aniden yok olmasının sendeleyişi olmalı. Tamam olma duygusunun çatlamasından sızan gözyaşı akıyordu ciğerlerinden hissediyordum. Dayıma bakıyorum. Baştan ayağa öfke. Öfke zırhının ardında yere çökmüş ağlayan küçük bir erkek çocuğu görüyorum. Haklı. Çünkü böyle olmamalıydı. Dört kız kardeşin göz bebeği haklı çünkü ablası şimdi böyle gitmemeliydi. Akşam oldu, gelen giden bitmiyor boş gözlerle izliyorum. İnsanlar bana başın sağ olsun diyorlar, onay verir mahiyetinde başımı hareket ettiriyorum ve üzerime alınmıyorum. Hala bekliyorum mutfaktan Emel teyzemin çıkmasını, bekliyorum ki biri beni uyandırsın bu illet rüyadan. Dedemle anneanneme bakıyorum. İnanılmaz bir dirayet görüyorum. Sessizce gözyaşı döküyorlar boşluğa dalıp. Dillerinde “Sabır” kalplerinde “fe inne me’al’usri yüsren” ciğerlerinde ise dünyaya da cennete de ilk gelen evlatlarına bir serzeniş ve bir figan. “E hadi artık uyandırın beni, istemiyorum bu rüyanın devam etmesini ne olursunuz!” Ah! Rabia’ya bakıyorum. Bakamıyorum. Alıp bağrıma basıyorum. Allah’ım ne güçlü bir kız. Allah’ım yüreğim yırtılacak ne güzel ne özel bir sabrı var. Rabia’m can kardeşim, Samet’im süt kardeşim… Söz bitti. Anneleri gitti ne desem yetmez. Ne desem karşılık gelir ki bu acıya? Susmanın ağırlığına sığınıyorum. Ağlıyorum. Dua ediyorum kalpten ki Rabbim tutsun diye ellerinden… Gece oldu. Teyzemin evinde kalmak istedim. Hıçkırıklarla dolu bir gece. Ağıtlarla, ağrılarla yorgun düştüğüm bir gece. Bir ara teyzemin ruhu dolandı aramızda hissettim. Tepiniyorum, titriyorum, irkiliyorum bu gerçek beni yakalamasın diye, değmesin o acı haber bana diye. “Yalvarırım artık beni uyandırın, aklım almıyor ne olursunuz. Bitti gözyaşım, içim ağrıdan yarılacak uyandırın!”. Gün ağardı işte, aynı mahzunluk devam ediyordu. Herkes mecburiyetten ve yaşanılanlardan bitap düşmemek için yemek yiyordu. Herkes birbiri için gülümsemeye ve birbirini serinletmeye çalışıyordu. Fakat aklımda hala bir soru vardı.
“Nasıl dayanılıyordu?”
*
İşte şimdi kırk gün oldu. Kırk gün nasıl geçti? Zannımca kimse alışmadı kimse kabullenemedi daha, acılarını bile yaşayamayıp bastırdılar kendilerini. Bense hala inanamadığım bir gerçeğin ortasında eskisi gibi olabilecek miyim diye düşünüyorum. Sevdiklerimden ayrı yerde yatamaz oldum. Bir an bile yalnız kalamıyorum. Kendimle kalmaktan öyle korkuyorum ki beni çürütecek, hasta edecek düşüncenin yine benden çıkacağına eminim çünkü. Daha teyzemin acısını yaşayamadım. Yaşayamadım çünkü bu kolay atlatılmamalı. Teyzemin gidişine layık bir acı bulmalıyım. İçime oturtmalı ve bir an bile unutmamalıyım onu. Onu ve çocukluğumu. Ah çocukluğum, en büyük hazinem benim… Teyzem giderken masalsı çocukluğumu da beraberinde götürdü sanki. Hiçbir zaman bir daha öyle olamayacağımızın farkına varmak ağır geldi. Keşke çocukluğum karşımda dursa ve ben ona bir kere sarılabilsem, o zaman belki bir ihtimal daha var diyebilirim.
Ve işte şimdi kırk gün oldu, her gün bekledim kimse uyandırmadı beni…
SİMGE NUR BAYYILDIZ