Kara Sokak Mahallesi
Elimdeki tabağı durulayıp musluğun hemen yanına, az önce yıkadığım tabakların üstüne koydum. Başımı kaldırıp mutfak dolaplarına baktım sonra; ne zamandır nem alan duvar yüzünden çürümek üzere olan üst dolaba ve boyası dökülmüş tavana. Dışarının karanlığını içeri taşıyan ve bir çocuk parkını gören pencereye kaydı gözlerim. Dünyanın en iyi manzarası olduğunu söyleyemezdim ama bunun için de minnettardım. Diğer evlerin mutfaklarının camlarının oluşturduğu kare bir avluya bakan ve perdeleri neredeyse her zaman sıkı sıkıya kapalı olan bir evde büyüdüğüm içindi belki bu minnettarlık. Musluğun iki yanındaki pencerelerin ikisinin de perdelerinin kapalı olmasını isterdi babam. Perdeler açık olursa biri bizi görür, laf eder ya da göz koyarmış.
Babam evde olmadığı zamanlarda o camlardan içeri cılız bir güneş ışığı sızdığını hatırlıyorum. Annem işte ya da başka bir yerde olmak zorunda değil de evinin küçük mutfağındaysa ve evin diktatörü uzaklardaysa perdeleri sonuna kadar açardı. Ardından kahvesini yapar, sigarasını yakıp o bakımsız küçük avluyu ve diğer pencereleri izlerdi. Şanslıysa; diğer evlerden aynı kaçamağı yapan diğer kadınlara denk gelir, sohbet ederlerdi. Hayal kırıklıklarını altı boş kibirlenmeler ve bol kıskançlıkla maskeledikleri sohbetlerdi bunlar. Hepsi bilirdi ki karşısındaki bir gece önce kocasıyla ettiği kavgaya şahit olmuş, kocasının ona ettiği küfürleri kulaklarıyla duymuş yine de o an duymamış gibi yapıyor. O kavgaların izini kendisinden silemese de karşısındakinden silmek için de kocasının kendisine aldığı çiçekten, yeni aldıkları -ama ne hikmetse hiçbir zaman değiştiğine şahit olmadığımız- koltuk takımlarından bahsedilirdi. Evine, kutsal bildiği evliliğine laf gelmesin, mutsuz olduğu anlaşılmasın, şikayet ettiği düşünülmesin diye sığınılırdı böyle yalanlara. Sigaralar bitince camlar kapanır, perdeler çekilir sonra herkes yine o mutsuz kraliyetine dönerdi. Mutsuzlukları yüzlerinden okunurdu; annem de böyle bir mahallenin kadınıydı. Bu yüzden evliliğin sırları olması gerektiğine inanmış, mutsuzluğunu dayanabildiği yere kadar saklamıştı.
Bir evliliğin sırları olmalıydı elbet; bunda haklıydı. Peki mutsuzluk bir sır olarak görülmeli miydi? Bu evin mutsuzluğunu örneğin duvarlar bile kusarken ben bir sır olarak saklamaya nereye kadar devam edebilirdim, dahası etmeli miydim? Başka çarem var mıydı peki; bu yoksulluk, içimdeki eksiklikle nereye gider, kime sığınırdım? Bu mahallenin kadınlarının alnına yazdığı eğitimsizlik ve yoksulluk ellerimi bağlarken; gidecek bir yerim yoktu. Başarıp da gidenler vardı elbet ama onlardan bir daha hiçbir şey duymamıştı kimse. Ya da duymuşlar, diğerleri de cesaretlenmesin diye susturulmuşlardı o kadınların başarısını anlatmak isteyenler. Benim gibilere de kıvranarak uyuyup acılar içinde uyandığım, sessiz sofraların ve akşamların olduğu bir evde mutsuzluk çığlık atarken susmak düşüyordu. Öyle miydi gerçekten?
Mutfaktan çıktığımda salona doğru bir göz attım. Erkan tüm suskunluğuna gömülmüş, televizyon kanalları arasında zıplıyordu. Yatak odasına girip kapıyı kapattım ve çekmecemden eşimden neden sakladığımı hala bilmediğim sigaramı çıkarıp camın önüne geçtim. Biz ne ara bu hale gelmiştik? Severek evlenmiş, herkesten, her şeyden farklı olacağımıza, tekdüzeliğe yenik düşmeyeceğimize dair yeminler etmiştik birbirimize. Şimdi birbirimize uzun zaman önce kapattığımız kendi iç dünyalarımızda boğuluyorduk. Ama kim sorsa, nereye gitsek, tıpkı annem ve komşuları gibi hiçbir şey olmamışçasına mutlu rolü oynuyorduk. Bu samimiyetsizlikten midemizin bulandığını bile bile… Bununla yüzleşmeye, bu kavgaları etmeye gücümüz yoktu çünkü hayat bize hiçbir şeyin düzeltilemeyeceğini öğreteli çok olmuştu. İşler bir kere ters gitmeye başladı mı ardı arkası kesilmezdi; biliyordum. Annemle babamın evliliği göstermişti bunu bana. Bu sessizlik içime işlemişti benim zaten. Bu sessizlikte büyümüş, o sessiz çığlıkları içimde duymak zorunda kalmıştım. Bildiğim bir şey daha vardı; bu sonsuza kadar böyle gidemezdi. Babamın açmasını yasakladığı o perdeyi aralamak ve sonra sonuna kadar açmak anneme tahmin ettiğinden daha fazla güç vermiş, evden kaçma planı yapan karşı komşusuna önceleri akıl verirken sonra ona katılma kararı almasına sebep olmuştu. Gitmeden önce odama gelmiş, bana eğer bir gün mutsuz olursam bunu bağırmam gerektiğini söylemişti. İçimdeki sessiz çığlıkları sadece ben duymak zorunda değildim çünkü mutsuzluk çoğu zaman iki kişilik bir şeydi ve sessizlikle üstesinden gelinemezdi.
Erkan odaya girip de yine hiçbir şey demeden yatağa girince ona dönmek istedim. Ona yalnızlığımı haykırmak, bu evin duvarlarından bir farkı olması için yalvarmak istedim. Bu duvarlarda çürüdüğümü görüyor ama seslerini çıkarmıyorlardı. Belki Erkan’ın bir farkı yoktu onlardan. Öyle ya! Duvarlara bakarak büyümüştü o; bir şehri saran duvarlara bakarak, onların dibinde oynamış, onların dibinde öğrenmişti hayatla ilgili birçok şeyi.
“Onlar yüzünden taş gibi için, ben o yüzden ne yaparsam yapayım aşamıyorum duvarlarını. Bu yüzden çok yalnızım.” demek istedim yanımda yatan adama. Ama çoktan uyumuştu. Benim de zaten bunları söyleyecek nefesim yoktu.
Kahvaltının ardından son tabağı yıkadıktan sonra yine ters koydum diğer tabakların üstüne. Yine pencereye dönüp baktım. Rüzgar perdeyi hafifçe aralamıştı, dışarıda aydınlık bir gün vardı, evin duvarlarını ısıtan bir güneş… İçimdeki duvarları, Erkan’ın surlarını da ısıtacak gücü var mıydı bu güneşin? Masadan kalkıp camdan dışarı baktım. Parkta seslerinin mutfağımı doldurduğu çocuklar oynuyordu, eksikliğim yüzünden asla sahip olamayacağım çocuklar… Rüzgar perdeyi tamamen çekti, annemin perdeyi sonuna kadar açtığı gibi. İçeri dolan temiz havayı içime çekip dışarı baktım bir kez daha. Dışarının gürültüsü canımı yakınca henüz oraya hazır olmadığımı hissettim. Rüzgar yine eserdi elbet; nasıl olsa sonbahardaydık. Perdeyi çekip camı kapattım ve fazla güneş almayan salona döndüm.