EdebiyatHikaye

Yansımanın Ardında Kalanlar

Çivi gibi insanın beynini delen yağmurun sesi lacivert parkerlerde yankı yapıyordu. Çatıdan damlayan sular yansıyan parkenin üzerinde küçük bir gölcük oluşturmaya başlamıştı bile. Odanın rutubetli ve yer yer çatlamış duvarlarında işitilmeyen bir sessizlik hüküm sürüyordu. Her yeri öylesine kaplamıştı ki parkenin kenarından taşıp sokak kapısından bedin insanların ruhlarına sızmak üzereydi. Her yağmur yağdığında kırık bir kanepe kenarına tutunmayı tercih ederdi çocuklar. Anneleri saçlarından sürüklemesin ve rengi solmuş oyuncak ayılarıyla biraz daha vakit geçirebilmek için. Her gök gürültüsünde bir yalan fısıldanırdı kulaklara. ‘Gök gürleyince kafanı dışarı çıkarırsan yaratıklar gelip seni karanlık mahzenlere kaçırır.’ diye. Bundandır ki her küçük çocuk kabuğuna çekilen sümüklü böcek gibi gökgürültüsünde yorganı kafasına kadar çekerdi. Her ayrılık, acı, hüzün yağmurlarda oluk oluk sokaklara dökülür, sokak ızgaralarından lağımlara karışırdı.

Ayrılan sevgililer yağmurda caddede yürümeyi severlerdi çünkü yağmur gözyaşlarını en iyi saklayan bahaneydi. İşte yine öyle bir gündü. Berlin’in yağmura ve kasvete meyilli caddelerinden sarı binanın bulunduğu köşede hüznün en koyu rengi tomurcuklarından baş vermeye başlamıştı. Aynı bina yaklaşık beş yıldır yaşanılan bu giriş katında böyle bir olaya şahit olmamıştı. Beş yıldır bu çamur rengine çalınan kapının ardından hüzün hiç içeri misafir edilmemişti. Cennet… Adı hüzünlü mevsimlere ilham olan bir çiçek adı gibi… Küçükken her yağmur yağdığında nedendir bilinmez içine anlamsız bir kasvet karabasan gibi çökerdi. İki tane abisi ve bir ablası vardı Cennet’in. Ne zaman yağmur yağsa kapının önündeki sundurmaya çıkar, minik elleriyle yağmur damlalarını yakalamaya çalışırdı. O zamanki aklıyla her yağmurda bir kadının annesi gibi ağladığını düşünürdü. Yağmur damlalarını tutarak acısını dindirmek isterdi kendince. Ne zaman gök gürlese babasının bağırma sesine benzetirdi Tanrı’nın babası gibi her an çok kızgın olduğunu düşünür ve bilmediği duaları kaset gibi başa sararak Tanrı’nın onu yapmadığı bir suçtan affetmesi için defalarca yalvarırdı. Cennet’ten Cemre’ye dönüşmek kolay olmamıştı tabi. Tam tamına ilmek ilmek işlediği beş yılını almıştı Cemre’ye dönüşmesi. Çamurun içinde bir elmas gibi parıldayan Cennet’ten gerçek bir kristal damlasına dönüşen Cemre’nin hikayesiydi bu. Her şey ne zaman mı başladı? Her şeyin bitti dediği noktada.

Uçurumdan yuvarlanmak üzere olan bir kızın anka kuşu gibi küllerinden tekrar doğmasının hikayesiydi bu. Her şey beş sene önce Yozgat’a bağlı Kanlıkavak köyünde başladı. Ömründe dünyayı kendi köyünün sınırlarından ibaret bilen bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya geldi Cennet. Annesi hep doğurmadan önce şişmiş karnını sıvazlayarak ‘Cennet kokulum, pamuk tenlim.’ diye fısıldardı karnına. Kız olacağını hep hissetmişti. Cennet’in kendinden iki yaş büyük ablası ve dört yaş büyük ikiz abileri vardı. Kanlıkavak köyünde adettendir. Oğlan doğdu mu köydeki bütün evlere erzak yardımı yapılıp iki tane de koç kurban edilir. Cennet’ten dört sene önce doğan ikiz abileri için babası Muhsin Efendi iki tane koç bir tane de horoz kestirmiş, kahvehanede bütün pişti arkadaşlarına çay ısmarlamıştı. E ne de olsa ikiz oğlan babası. Bizim ülkemizde ne komiktir ki böyle bir huy var. Gözler oğlan pipisi gördü mü bütün köye bayram ederler ama kız çocuğunu gördüler mi herkes dut yemiş bülbüle döner. Çünkü bu ülkede kız çocuklarının hükmü yoktur. Halbuki bilmezler o oğlanları da doğuran bir kadındır. Neyse sözümüze geri dönelim. Muhsin Efendi ikiz oğlanlardan sonra da erkek evlat bekledi ama Cennet’in ablası Cevriye doğunca bir suskunluktur aldı. Sonra anası Cennet’e hamile kalınca dokuz ay köyde oğlum olacak bu sefer yine diye naralar atarak dolaştı ama dokuz ayın sonunda Kanlıkavak köyünde yine sessizlik hüküm sürüyordu.

Muhsin Efendi de iki kız çocuğundan sonra bu sefer tövbe etti çocuk yapmayacağım diye. Cennet’i de hiç sevemedi.Muhsin Efendi için Cennet hep bir cehennem fragmanı gibiydi. İki kız doğurduktan sonra elini kaldırmadığı karısı Sakine’yi dövmeye başladı. İlk başlarda bir-iki tokat atıp geçiyordu ama zamanla dayakların sıklığı arttı. Abileri araya girmek istese de ‘Siz karışmayın bok kadar boyunuzla.’ der dövmeye devam ederdi. Cennet dokuz yaşına gelene kadar her yağmur yağdığında babası içkili bir şekilde sofaya gelir , minder gibi köşeye yığılıverirdi. Sonra da bir sebep bulur, Sakine’ye vurmaya başlardı. O yüzdendir ki her yağmur sesinde Cennet’in damarları gerilir, kafasını yorganın altına gömer hala. Cennet on yaşına gelene kadar babası içmeye devam etti.

Bir gün sonbaharın kasvetli bir akşamında yer sofrasında ayaklarını dizlerinin altına almış ödevini yaparken kapı kırılacak gibi çaldı. Kimse ne olduğunu anlamadı. Ablası Cevriye bir koşu gidip kapıyı açtı. Gelen yan evdeki komşuları Mecit Efendi’ydi. Mecit Efendi Kanlıkavak köyündeki tek itibarı sayılır adamdı. Çünkü kocaman kırmızı bir kamyoneti vardı ve iki haftada bir İstanbul’a mal götürür, getirirdi. Mecit Efendi girip yer minderine kendini bıraktı. Eliyle su getirmesi için Cevriye’ye el etti. Gelen soğuk suyu bir dikişte içti. Bir halleri vardı. Anası Sakine Hanım mutfakta akşam yemeği için kapuska pişiriyordu.

Mecit Efendi Cennet’e döndü:
-Çabuk ananı çağır.


Cennet ne olduğunu anlayamadan korkuyla mutfağa gidip anasını çağırdı. Annesi gelip meraklı gözlerle Mecit Efendi’yi izlemeye başladı. Mecit Efendi ne diyeceğini bilemeden kem küm etti sonra ağzındaki baklayı çıkardı. Stresten bıyıkları tek tek terlemişti.


-Abla Muhsin karıyı kaçırdı Antalya’ya gittiler.
Annesi Sakine Hanım ilk başta ne olduğunu anlayamadı. Sonra bağrını yırtarcasına bir çığlık atıp yakasını, paçasını parçalamaya başladı. Abileri zar zor sakinleştirdiler. Muhsin Efendi son bir senedir Mecit Efendi’yle İstanbul’a iş bahanesiyle gidiyor, birkaç gün kalıp dönüyordu. Meğerse orada bir yabancı kadın bulmuş, üstüne bir de Sultanbeyli’de de ev açmış. Sonunda da Antalya’ya kaçmaya karar vermişler.

Zaten hep böyledir. Bir yerde bir adam çocuklarının anasını dövüyorsa başka şehirde mutlaka bir metresinin başını okşuyordur. Yazılı olmayan bir kuraldır bu. Mecit Efendi olayı söyleyip şalvarını savurarak evden fırtına gibi çıktı. Sakine Hanım dört çocukla ortada dımdızlak kalmıştı. O günden sonra abileri köyde ufak tefek işlerde çalışmaya başladılar. Arada da ilçeye gidip yarı zamanlı işlerde çalıştılar. Sakine Hanım’ın bir nebze olan beyni o günden sonra iyice uçtu. Bir sabah kalkıp aynada kendine bakarak upuzun saçlarını kör makasla kısacık kesti. Hem ağlıyor hem dert yanıyordu aynalara. Cennet o gün annesini artık eskisi gibi bulamayacağını anladı. Zaten çok geçmedi birkaç sene sonra Cennet on dört yaşına gelince dünyayı terk-i diyar etti.

Kendini o kör makasla öldürdü. Gitmeden evvel aynaya son bir söz bıraktı. ‘Kapıyı kapamayın çok üşüyorum.’ Cennet annesinin gittiği kara kış akşamından sonra artık aynalara bakmaz oldu. Sanki aynalara baksa anasının kara gözlerini ensesinde hissedecekti. Hep aynalardan kaçmaya başladı. Annesi öldükten iki ay sonra ablası Cevriye hayırsız bir çocuğa kaçtı. Bir daha da eve dönmedi. Abileriyle yalnız kalan Cennet ne yapacağını bilmiyordu. Hayatta tutunacak bütün dalları tek tek kırılıyordu ve bir sabah bir karar verdi. Babasının metresine yuva tuttuğu Sultanbeyli’ye gidip kendi hayatını kurtaracaktı.


2004 yılının soğuk bir aralık gününde Kanlıkavak’a lapa lapa kar yağarken Cennet sabahın beşinde market poşetinin içine koyduğu iki yırtık entarisi bir de eskimiş donuyla ilçe minibüsüne binmek için evden hızlı adımlarla çıktı. O sırada içerideki sedirde iki abisi de horul horul uyuyordu. Bu kapıdan çıkması demek Cennet’in güvenli sığınağından ayrılması, dengesinin altüst olması demekti ama iki abi ile avuç içi kadar bir odada sedirin üzerinde çürümeye niyeti yoktu. Zaten ilkokuldan mezun olmuştu, anası kendini kör makasla doğradıktan sonra da bir yıl liseye devam etmemiş, eğitim hayatına kocaman ve kapkara bir nokta koymuştu. Açık yeşile çalan tahta kapıyı gıcrtıyla açtı ve emin adımlarla beton zemine ilk adımını attı. Sonra köyün meydanından ilçeye gidecek olan köy minibüsüne bıraktı kendini ruhsuz bir ceset gibi. Köy minibüsü 2004 yılının o soğuk aralık gününde siyah egzozlarını köy meydanına bırakarak hareket ederken Cennet son bir defa ardına baktı ve o anda Cennet’in ölü ve pörsümüş bedenini de köy çeşmesinin yanına çuval gibi attı. Artık Cennet yoktu.

Bundan sonra İstanbul’da Cemre diye var olmalıydı. Abilerinin cebinden bir yıl boyunca arakladığı paraları pantolonunun içine diktiği gizli cebe iyice sokuşturdu ve uzaklaşan minibüs karaltısında bir daha Kanlıkavak’a dönüp bakmadı. Evden çıkmadan önce kendi adına bir anı bırakmış ve anasının ölümüne sebep olan sırı dökülmüş aynayı bir gün önceden abileri evde yokken paramparça etmişti. Saat 06.30’u gösterirken minibüs ilçe merkezine gelmişti. Otogarda inerek İstanbul otobüsüne bilet almak için sırayla gişeleri dolaşmaya başladı Cemre. Sıra sıra gezerken çakma sarışın kadının oturduğu perona doğru yöneldi. Kadın uzun kaynaklı sarı saçlarını omuzlarına doğru atmış, sabahın köründe kırık çıkık bir otogarda koca bulabilirmiş gibi yüzüne bin ton boyayı bulamıştı. Cemre iç cebinden çıkan birkaç kağıt parayı kadına doğru uzattı.


-İstanbul’a tek gidişlik bir bilet lütfen.
Kadın Cennet’in çıkmamış göğüslerine, sıska bacaklarına ve yeşile çalan gözlerine baktı.
-Tek kişi mi?
-Evet.
-İsim soyisim lütfen.
Cennet derin bir soluk aldı.
-Cemre Güngör.


Kadın eliyle yazdığı bileti artık yeni kimliğe sahip olan Cemre’ye uzattı. Kimse sormadan Cemre’nin asıl kimliğini göstermemesi gerekiyordu. Elindeki market poşetini sıkıca kavrayarak otobüs saati gelene kadar gidip köşedeki siyah deri kaplamalı koltuğa kendini bıraktı. Yeni hayatının başlamasına bir saatten az bir vakit vardı.


-2021 BERLİN-
Cemre üstündeki sarı bluzu üzerinden hızlıca sıyırarak kendini soğuk suyun altına attı. Dışarıda yağmur yağıyordu ama sanki Cemre’nin içinde yangınlar kurak topraklarda umarsızca ilerliyor gibiydi. Ercüment’in ölümünün üzerinden 42 saat geçmişti ama Cemre’ye sanki kırk iki yıl gibi gelmişti. Bir deve ağırlığında geçen saniyelerin altında her an boğulup biraz daha soğuk toprağın altında kalıyor gibi hissediyordu. Sütyenini ve külotunu da kirli sepetine attıktan sonra küveti iyice suyla doldurdu. Şimdi aynaya baksa muhtemelen gözlerinin altında uykusuzluktan mütevellid mor halkalar peyda olmuş olmalıydı ama son on yedi yıldır gerekmediği sürece aynalarla göz teması kurmamayı öğrenmişti.

Aynalar onun en büyük düşmanıydı. Arkasını döndüğü anda sanki o yansımanın ardından kapkara bir suret ortaya çıkacak ve on yedi yıl önceki kör makasla onu da ensesinden yakalayacaktı. Banyo kapısını kapamadan küvetin içine kendini bıraktı. Annesinin aynanın üzerine kırmızı boyayla bıraktığı son mesaj hala zihninin bir köşesinde sivri bir bıçak gibi beyin damarlarını oymakla meşguldü. ‘Kapıyı kapatmayın çok üşüyorum.’ Cemre aynaya mümkün mertebe bakmadan küvetin içine iyice yayıldı. Soğuk su vücudunun her bir hücresine gark etmekle meşguldü. O da üşüyordu, o da ölüyordu. Her gün, her dakika yavaş yavaş… Zaman insanın en azılı düşmanıydı. Bu hayatta insanlar her şeyin üstesinden geliyordu da bir tek zamana yenik düşüyorlardı.

Gözlerini sıkıca kapadı, açmak istemiyormuşçasına ama karanlık çöktüğü anda Ercüment’in bar tezgahının ardında ve yanında devrilmiş bir şampanya kadehiyle boylu boyunca uzanmış hali gözlerinin önünden gitmiyordu. Dışarıda yağmur yağıyordu, Ercüment öleli kırk iki saat yirmi dakika olmuştu ve Cemre’yi artık bu şehirde tutan hiçbir sebep kalmamıştı. İçeride yarım yamalak toplanmış eşyalar ve yine geriye dönmek amacıyla alınmış İstanbul uçak bileti boylu boyunca zigon sehpanın üzerine uzanmış onu bekliyordu. Cemre suyun altına biraz daha gömüldü ve uçak saati gelene kadar boğulmayı denedi.


-2004 İSTANBUL SULTANBEYLİ-


Cennet yani sabahki yeni kimliğiyle Cemre Güngör Dudullu Otogarı’na ayak bastığı anda kafasını kumdan yeni çıkarmış devekuşu şaşkınlığı ile etrafından, yanından ve yöresinden hızlı adımlarla yürüyen insan sürüsüne baktı. Yüzlerce farklı suret aynı yere aynı telaşla yetişecekmiş edasında hızlı hızlı arşınlıyorlardı beton zemini. Cemre on beş senelik hayatında ilk defa bu kadar insanı bir arada görüyordu. Şu anda bu otogardaki insan nüfusu kendi köyü olan Kanlıkavak köyünün üç katı kadar olabilirdi. Yanından bir saniye olsun ayırmadığı market poşetine iyice sarıldı. Hayattaki yegane varlığı bu naylon poşetin içine sığmıştı. Pantolonunun içine diktiği gizli cepteki para tomarını elleriyle yokladı. Hepsi yerli yerinde duruyordu. Poşetin sapını iyice bileğine dolayarak nereye gideceğini bilemeden öylece etrafına bakındı. Hangi insanın peşine takılsa hangi yardımsever birine adresi sorsa bilemedi. Son bir yılda çok şey değişmişti aslında. İlk başta babasının İstanbul’a geri döndüğünü ve o ecnebi kadından ayrıldığını öğrenmişti.

Haberi de bizzat Mecit Efendi’den duymuştu. Öğrendiğine göre Muhsin Efendi metresine ev açtıktan sonra kadın üç aya kalmadan bütün paraları yemiş, banka hesabındaki paraları kendi hesabına aktarmış ve bir sabah Muhsin Efendi’yi yatakta öylece bırakıp Almanya’ya geri dönmüştü. Muhsin Efendi ilk başta ne yapacağını bilememiş, Antalya’da birkaç işe girip çıkmış sonradan dikiş tutturamayınca da İstanbul’a kuyruğunu kıstırıp geri dönmüştü. Sakine’nin ölüm haberini alınca da köye dönmeye yüzü kalmamıştı. Çünkü biliyordu ki köye dönerse Cemre’nin abilerinden birisi köy meydanında ibret-i alem olsun diye Muhsin Efendi’yi delik deşik edeceklerdi. Cemre de şimdi babasıyla aynı havayı soluyordu. Tek istediği şey babasını bulmak ve ondan annesinin ölümünün hesabını sormaktı. Mecit Efendi’nin yazdığı adres Sultanbeyli’de bir pansiyonu gösteriyordu. Cemre kağıdı cebinden çıkararak adrese bir kez daha baktı.


‘Uluçınar Yolu Cengaver Caddesi Kızılcık Pansiyon No:23 Sultanbeyli/İstanbul’


Cemre insan kalabalığının arasına kendini bıraktı. Önce minibüslerin kaktığı yeri buldu ve minibüslerin önündeki tabelaları okumaya başladı. Birkaç minibüsün önünden geçtikten sonra Sultanbeyli yazan minibüsü gördü. Minibüsün önünde pala bıyıklı, esmer, otuzlarında bir adam elindeki tespihi sallıyor bir yandan da gelen geçenlere bakıp duruyordu.

Cemre yavaşça adamın yanına yaklaştı. Adam tespihi sallamayı bıraktı.
-Pardon bir şey soracaktım ama?
-Buyur kardeşim.
-Şu adrese gidecektim de ben bu minibüs oradan geçer mi?
Cemre elindeki buruşmuş kağıdı esmer, bıyıklı adama uzattı. Adam kargacık burgacık yazıyı birkaç saniye inceledikten sonra Cemre’ye baktı.
-Arka sokağından geçer kardeşim. Atla minibüse.


Cemre minibüse gönül rahatlığıyla binip en arkaya cam kenarına oturdu. Minibüs beş dakika sonra homurtulu bir sesle çalıştı. Minibüs ağzına kadar insanla dolmuştu. Ağlayan ve burnundan sümükleri akan çocuklar, yaşlı kadınlar, etrafı izleyen apaçiler ve koca göbekli adamlar… Minibüs insan yoğunluğundan mütevellid ağır bir kokuyla dolmuştu. Cemre istemsiz olarak elini burnuna götürdü. Kendi köyündeki inek tezekleri bile bu kadar pis kokmuyordu. Minibüs hareket edince yanındaki camı araladı ve kafasını dışarı uzatarak nefes almaya çalıştı. Minibüs arabaları sollaya sollaya ara sokaklardan hızlıca gitmeye devam etti. Yaklaşık kırk beş dakika sonra şoför arkaya doğru bağırdı.


-Kızılcık Pansiyon’a gitmek isteyen kardeş burada in ilerden sağa dön pansiyon karşına çıkar.


Bir yandan da aynadan arkaya bakıyordu. Cemre en sonunda kendine söylenildiğini anladı ve teşekkür ederek minibüsten indi. Geldiği yer son derece dar ve kasvetli bir sokaktı. Bu semti hiç böyle hayal etmemişti. Temkinli adımlarla sokakta ilerlemeye başladı. İleriden sağa dönünce karşısına yıkık, dökük, yeşil sıvalı, dört katlı bir bina çıktı. Kapının üzerinde boyaları dökülmeye yüz tutmuş bir biçimde pansiyonun adı yazıyordu. Cemre birden heyecanlandı. Babasını bir seneden sonra ilk defa görecekti. Kapının önüne gelip derin bir nefes aldı ve içeri girdi. Girişte, sol tarafta uzun bir masa vardı. Masanın arkasında genç yaşlarda bir çocuk duruyordu.

Cemre yavaşça masaya doğru yaklaştı ve öksürdü.
-Pardon ben size birini soracaktım?
-Buyrun?
-Muhsin Güngör hangi odada kalıyor acaba? Bana buranın adresini verdiler de.
Çocuk önünde duran kara kapaklı defteri açarak birkaç sayfasını çevirdi.
-Muhsin Güngör 13 numaralı odada kalıyordu ama…

Genellikle ama ile başlayan cümlelerden hiçbir zaman hayır gelmezdi. Ağızdan çıkan cümlenin sonuna eklenen ama kelimesi her zaman bir felaketin habercisi olmuştur. Hiçbir insan ama ile başlayan iç açıcı bir cümleyi kurmayı başaramamıştır bu hayatta. Cemre’nin de o anda içine kasvetli bir duman yayılmaya başladı ve bütün ciğerlerini sardı. Nefes alması güçleşiyordu. Cümlenin devamını bekledi. Cemre devam etmesi için çocuğun kara gözlerine bakarak hafifçe başını salladı.

-Ama…
-Muhsin Abi maalesef geçen hafta perşembe günü hayatını kaybetti. Kumar borcundan meyhanede sıkıştırıp bıçaklamışlar. Oracıkta can vermiş.


Cemre’nin kulakları uğuldamaya başladı. Annesinden sonra şimdi de babasız kalmıştı. Hayırsız da olsa bu hayatta babam diyebileceği tek insan da bir hiç uğruna kara toprağın altına girmişti. Elindeki poşeti yere düştü ve ardından Cemre de dizlerinin üzerine çöktü. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Çocuk ne yapacağını şaşırdı. Hemen masanın üzerinde duran sürahiden bir bardak su doldurdu ve Cemre’ye içirmeye çalıştı.


-Siz yakını mısınız Muhsin abinin?
Cemre hıçkırıklarının arasından zar zor konuşmaya çalıştı.
-Kızıydım…

Şimdi işte koca dünyada kendisini kaldırımın üzerindeki küçük bir taş parçası gibi çaresiz ve yalnız hissediyordu. Şimdi bu koca şehirde tek başına üç kuruş parayla ne yapacaktı.
Çocuk Cemre’yi sakinleştirmeye çalıştı. Kaldırıp sandalyeye oturttu.

-Sakin olun lütfen. Adınız neydi?
Cemre hıçkırıklarının arasından konuşmaya çalıştı. Sesi daha çok iniltiye benziyordu.
-Ben, ben şey…Cemre.

Artık onun için Cennet yoktu. Artık köye de geri dönemezdi. Şimdi dönse, hele babasını bulmak için gittiğini abileri duysa onu da köy meydanında öldürürlerdi. Cennet Kanlıkavak köyünün mezarına sessiz bir şekilde gömülmüştü. Cesedi olmayan bir mezar. Artık bu kocaman şehirde annesiz ve babasız olarak yalnız başına Cemre olarak var olacaktı. O bunları düşünürken çocuk da siyah gözlerini Cemre’ye dikerek elini uzattı.

-Memnun oldum Cemre ben de Ercüment.

-2021 İSTANBUL-

Bir hayat en fazla kaç valize sığabilirdi ki? Koskoca on sekiz seneyi hangi valize koysan eğreti durmaz mıydı? Cemre kocaman hayalleri ve yüreğinde bıraktığı kalıntılarla geldiği Berlin’e şimdi içindeki amansız çığlıklarla veda etmek zorundaydı. Ercüment’i, Berlin’in yağmurlu sokaklarını, sarı badanalı senelerini geçirdiği evini, anılarını ve geçmişi bahçeye ıslanmış toprağın altına gömmek zorundaydı. İstanbul uçağının kalkmasına sadece birkaç saat kalmıştı. Burada , bu evde , anılarını sakladığı bu duvarların arasında kalmanın artık bir manası kalmamıştı. Son bir kez eşyalarını kontrol etti. Üç tane soluk renkli valizi, birkaç tane de kolisi sığmıştı işte. Ona en çok koyan şey de Ercüment’in eşyalarına veda edecek olmasıydı.

Ercüment onun için bu on sekiz senede sığınılacak bir liman, korunaklı bir ağaç altı ve en önemlisi yuva olmuştu. O 2004 senesinin karlı akşamında Kızılcık Pansiyon’da Ercüment ile karşılaşması Cemre için umudun sözlükte yer almayan tarifi gibiydi. Babasının ölüm haberini aldığı kişinin aynı zamanda kurtarıcısı olabileceği kimin aklına gelebilirdi ki? Üç odalı ve nemli duvarların parkelerin üzerine gözyaşlarını akıttığı, kırık camlarından rüzgarın hafifçe içeriye nüksettiği odalara baktı. Önce Ercüment’le kaldıkları odaya baktı. Bu bina oldukça eskiydi. 1980 yılından kalma tarihi bir binaydı. Taşındıkları günden beri evin sorunları bitmemişti ama Cemre bu evi her şeyden çok seviyordu. Yatak odasına girdi ve demir başlıklı karyolaya oturdu. Anılar gözlerinin önünden peşi sıra geçiyordu. İlk taşındıkları gün yine yağmur yağıyordu. Yağmur damlaları sanki kaburgalarından süzülüyor, yüreğinin çukurunda birikiyor gibiydi.

Bu ev Cemre’ye hem yeni bir başlangıç hem de umudun adresi olmuştu. İstanbul’da geçirdiği sıkıntılı yıllardan sonra kendine bir sığınak bulduğuna inanıyordu. Ercüment ile on sekiz yaşını doldurduğunda ani bir kararla Kadıköy Belediyesinde nikahları kıyılmıştı. Cemre’nin o zaman asıl adının Cennet olduğunu gören Ercüment hiç sesini çıkarmamış sadece gözlerinin içine bakarak ‘Seni seviyorum.’ demişti. Ercüment Cemre ile tanıştığı zaman on yedi yaşında yağız bir delikanlıydı. Okulu hayatta kalan tek varlığı olan annesi ölünce yarım bırakmış bir daha da okula geri dönmemişti.

Kadıköy’de aileden kalma iki katlı müstakil bir evde kalıyordu. Mahallesindeki İhsan Abisinin sayesinde Kızılcık Pansiyon’da çalışmaya başlamıştı. İşte Cemre ile tanışma hikayeleri de bu şekilde olmuştu. İki aşina ruh birbirine denk geldiği zaman yürek atmayı unuturmuş. Ercüment de Cemre’yi gördüğü o karlı kış akşamında nasıl nefes alacağını unuttu. Sadece bir çift yeşil göze kenetlendi gözkapakları. Her insanın hayatının takviminde miladi bir an olur. Ercüment için de o miladı an karlı kış akşamıydı. Cemre o günleri düşününce gözlerinin dolduğunu hissetti. Takvimler şimdi 2021 yılını gösterse de onun için hayatının bitiş ve başlangıç anı olan 2004 yılı hiçbir zaman değişmiyordu. Babasının ölümü ile biten Cennet’in ve Ercüment ile yeniden doğan Cemre’nin hikayesi… Karyoladan kalkarak dolabından Ercüment’in siyah kapüşonlu hırkasını çıkardı ve derin bir nefes aldı. Artık vedalaşmanın zamanı gelmişti. Şimdi Ercüment’e ve bu anılara veda ediyordu ama eski anılarına, Kadıköy’deki o iki katlı evine geri dönüyordu. Gözyaşları iplik gibi yanaklarından çenesine doğru süzülürken artık neresinin yuvası olduğunu kendi de bilmiyordu. Bir taksi çağırarak valizleri yükledi ve Ercüment’in siyah kazağını üzerine geçirerek son bir defa dönüp yaşanmışlıklarına baktı ve el salladı.

Havaalanına gittikten sonra önce valizlerini bagaja verdi. Daha sonra kendine uygun kafede bir masa bularak oturdu. Son birkaç günde yaşadıkları o kadar ağır şeylerdi ki. Ercüment’in çalıştığı bara bir daha o öldükten sonra uğramamıştı. O olaydan birkaç gün sonra da çalıştığı kafeye giderek istifasını vermişti. Artık burada barınmanın bir manası kalmamıştı. Ercüment için hastanedeki doktorlar ani kalp krizi demişlerdi. Ne kadar kolay değil mi? On sekiz yıllık geçmişini üç kelimeye sığdırıp arkasını dönüp gitmek…

Cemre sipariş ettiği kahvesini iki eliyle kavrayarak sıcaklığını hissetmeye çalıştı. Son zamanlarda o kadar çok üşümüştü ki biraz ısınmaya ihtiyacı vardı. Bedeni değil ruhu üşüyordu. Yüreğinin titremesine engel olamıyordu. Ercüment’in cansız bedenini gördükten sonra ellerinin titremesi başlamış ve hala durmamıştı. Ercüment’in yavaşça soğuyan bedeni sanki Cemre’ye sirayet etmişti. Kahve bardağını yavaşça dudaklarına götürdü ve dağılmış saçlarını ensesinde topladı. Oturduğu masanın yan tarafındaki duvarda asılı olan aynayla göz göze gelince neredeyse elindeki karton bardağı düşürecekti.

Yıllardır düşmanı olan aynalar gerçeği bir tokat gibi suratına çarpmıştı. Aynadan ona bakan mosmor halkaları olan gözler ve çökmüş yanaklar kendisine ait olamazdı. Korkarak aynaya bir kez daha baktı. Ayna ona bütün gerçekliği vuruyordu ve adeta haykırıyordu.

‘Sen busun. Bitiksin. Bir hiçsin.’
Cemre on sekiz senedir toplasan aynaya kaç defa baktığını hatırlamıyordu bile. Sadece işe giderken beş saniye bakar, saçını düzeltir, hemen kendini dışarı atardı. Sanki aynaya biraz daha uzun süre baksa Sakine Hanım yan taraftan kafasını uzatacak ve aynı cümleyi kanlanmış gözleriyle tekrar edecekti. ‘Kapıyı kapatmayın çok üşüyorum.’ Cemre aynaya bakmamaya dikkat ederek hızlıca kahvesini bitirdi ve parayı masanın üzerine koyarak hızlıca kalktı. O sırada uçağın kalkmasına yönelik yapılan anonsu duydu ve kapıya doğru ilerledi. Artık bu şehre tamamıyla veda ediyordu.

Gelmek mi insanın canını daha çok acıtır yaşanmışlıkları geride bırakıp yoksa yeni bir hayata başlamak mı daha çok zorlar insanı? Otogarda, istasyonda veya havaalanında yahut bir durakta arkandan kalkmayan bir el, nemlenmeyen bir çift göz yoksa vedaların çok da bir anlamı olmazdı. Nereye gittiğinin, ne kadar kalacağının veya ne zaman geri dönmek isteyeceğinin… Bunlar kendi içinde kısır döngüye girmiş sağıltılmış sorulardan ibaretti. Cemre on dört yaşında köy meydanında elinde bir market poşetiyle kaçtığında arkasından toza, dumana karışarak minibüse durduracak ve gözlerinin içine bakıp ‘Gitme, nolursun.’ diyecek birisi yoktu. İstanbul’a tek başına geldiğinde insan güruhunun içinde ona el kaldırarak koşup valizini alacak ve boynuna sarılıp ‘Hoş geldin, sefalar getirdin.’ diyecek kimse de yoktu. Bu hayata insan bir kuyu ağzından fırlar gibi tek başına hayata gözlerini açıyor ve kara toprağa da tek başına gömülüyordu. Bu arada geçen zamandakiler sadece figüranlardan ibaretti. Cemre’nin hayatında tek veda edebileceği kişi de birkaç gün önce bir bar tezgahının ardında sessiz bir şekilde vedalaşmıştı. Cemre artık yaşama olan son umut kırıntısını da o bar tezgahında eski bir bezle süpürüp çöp kovasına fırlatıp atmıştı. Önce anası, sonra babası şimdi de Ercüment.

Bu hayatta kime değer verse mezarlığın kapısından sessiz bir naaş olarak adımlarını atıyordu ecelin dünyasına. Cemre uçaktaki yerini alınca siyah kapüşonluya daha sıkı sarındı. Sanki elini uzatsa Ercüment kolunu boynuna dolayıp sımsıcak yuva hissi veren göğsüne yaslayacaktı Cemre’nin başını. Kapüşonu kafasına geçirerek kulaklıklarını cebinden çıkardı ve Ercüment’in en çok sevdiği Fransız şarkıyı açtı telefonundan. Bu şehre en sevdiği şarkıyla veda edecekti. Gözlerini puslu şehre son kez dikti ve uçak kalkana kadar da gözlerini açmadı. Sadece evlerinin salonunda bir kadeh şarap ve Fransızca şarkı eşliğinde ettikleri dansın son silueti kalsın istiyordu. Uçak son uyarılarını yaptıktan sonra havalandı ve Cemre huzursuz bir uykunun kollarına kendini bıraktı.
Yaklaşık üç saatlik bir uçuşun ardından Cemre birinin kolunu sarsmasıyla uyandı. Yanındaki yaşlı ve tıknaz adam Cemre’yi sarsıyor bir yandan da bir şeyler mırıldanıyordu. Cemre o an hala aynı şarkının başa sarıp çaldığını fark etti ve kulaklıklarını çıkardı. Bir an nerede olduğunu aydıramadı. Yaşlı adam hala konuşmaya devam ediyordu.

-Kızım, geldik. Herkes iniyor. Kalk hadi.
Cemre o an İstanbul’a geldiğini anladı. Uçağın camından bakınca yağmurlu bir sis tabakası ile göz göze geldi. Teşekkür ederek üst kısımdaki bölmeden çantasını aldı ve uçaktan çıktı. Çıktığı anda serin rüzgar yüzüne değip geçti. O anda burayı aslında ne kadar özlediğini anladı. Buraya her zaman geri dönmek istemişti ama Ercüment’le. Şimdi onun evine, onsuz dönüyordu. Çocuklarını terk edip sonra pişman olan bir anne çaresizliği hüküm sürüyordu yüreğinde. Valizini hemen alıp evine gitmek ve yorganı başına kadar çekerek bir daha uyanmamak istiyordu. İçeri geçip valizlerini sırasıyla aldı ve çıkış kapısına yönelerek bir taksi çevirdi. Taksici dikiz aynasından bakarak nereye gideceğini sordu. Cemre’nin dudaklarından bu adres dökülmeyeli yıllar olmuştu. Sesine normal bir tını vermeye çalıştı.

‘Sümbül Sokak Cevahir Caddesi No:18 Kadıköy’

Ağzında ne kadar da iğreti duruyordu kelimeler. Oysa Ercüment her taksiciye bu adresi söylediğinde Cemre’nin içindeki yuva hissi göğüs kafesinden dolup dışarıya taşardı. Şimdi ise göğüs kafesine dolan şey ıssız bir yalnızlıktan başka bir şey değildi. Bir saatlik yolculuktan sonra sokağa girdiler. Cemre hayatında bu sokağı hiç görmemiş gibi etrafına bakınıyordu. Yıllar mahalleden ne çok şeyi alıp götürmüştü. Köşedeki bakkal kapanmış yerine tütüncü açılmıştı. Necmi Abi diye mırıldandı içinden Cemre. Bütün zerzevatı, öteberiyi Necmi abiden alırdı. Ne çok severlerdi. Yanındaki binaya da çiğköfteci açılmış. Sanki hiç ülkede yokmuş gibi… Birkaç eski bina da yıkılıp yerine yenilerini dikmişlerdi. Apartmanların arasında Cemrelerin evi sıkışıp kalmış bir cüceyi anımsatıyordu. Tarihe kafa tutan sırtı bükülmüş yaşlı bir adam gibi ya da. Cemre evi işaret ederek parayı taksiciye ödedi ve cebinden anahtarları çıkardı. Anahtarın ucunda sallanan demir e ve c harfleri sallanıyordu.

İçinden derin bir nefes alarak ahşap kapının yuvasına anahtarı soktu. Kapı yıllardır açılmadığından önce bir zorladı. Sonra ah eder gibi kulakları tırmalayan bir gıcırtıyla açıldı. Önce burnuna naftalin kokusu çarptı Cemre’nin. Sonra yaşanmışlığın acı hissi içeri davet etti. Cemre tam kapıdan geçerken boy aynasıyla karşı karşıya geldi ve kafasını başka yöne çevirdi. Boy aynasına gitmeden önce çarşaf örtmüşlerdi ama çarşaf yere düşmüştü. Bu ayna Ercüment’in annesinden kalan en önemli hatıraydı ve bu evde oturdukları müddetçe Cemre’nin bütün ısrarlarına rağmen aynayı kaldırmamıştı. İçeri valizleri bırakıp hemen aynanın üstünü kapadı. Sanki birkaç dakika daha kapamasa aynadan annesi kafasını uzatacak ve kör makası Cemre’ye uzatarak aynı kelimeleri defalarca telaffuz edecekti.

‘Kapıyı kapatmayın çok üşüyorum.’
Cemre bu cümleden sonra üşümeyi hiç sevmez olmuştu. Ev ne zaman biraz soğusa hemen doğalgazı sonuna kadar açar öyle otururdu. Biraz soğuk olsa annesi onu da ölüme çağıracak diye korkardı. Salona doğru adımını atıp kanepelerin üstündeki çarşafları sırasıyla kaldırdı. İşte yaşanmışlıklar bir bir gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Mesela Ercüment’in sigarayı düşürdüğü yer orada aynı şekilde duruyordu. Kanepenin kenarındaki şarap lekesi , bir tülü çıkaramamışlardı. Kedilerinin tırmıkladığı kumaşın yırtık kısmı. Hepsi dün gibiydi sanki. Cemre bir an nefes alamadığını hissetti ve çantasından bir su şisesi çıkararak lavaboya gitti ve yüzüne suyu çarptı. Bu evde kalabilecek gücü kendisinde bulabilecek miydi emin değildi. Hele yatak odasının kapısının önünden geçmeye korkuyordu. Kendini bir çuval gibi kanepenin kenarına bıraktı ve gözlerini kapadı. Yaklaşık bir- iki saat uyumuş, o sırada hava kararmıştı. Valizleri öylece kenarda bekliyordu. Birden kapı sesi ile yerinden fırladı. Ne olduğuna anlam veremedi.

Kararmış salonda önce etrafına bakındı sonra telefonunun ışığını açtı. O sırada kapı tekrar aynı gürültüyle çalındı. Açıp açmamakta kararsız kalmıştı. Kapıya doğru yaklaşıp sesi dinlemeye başladı. Kapı tekrar çalınca elini yavaşça kapıya uzattı ve topuzu çevirdi. Karanlıkta önce kimin geldiğini çıkaramadı biraz daha gözü karanlığa alışınca eşarplı bir kadının ona baktığını fark etti. Ağzından tek bir kelime çıktı. Sonrası koyu bir karanlıktı.
‘Anne.’
Bayıldığı sırada soğuk karların üzerinde yatıyor gibi hissediyordu. Sanki ıslak toprağın üzerindeki karların koynuna uzanmış ve bir yerden sürekli düşüyor gibiydi. Belki de toprak bedeninin altından kayıp gidiyordu. Cemre’nin ise sayıkladığı tek cümle vardı.

‘Kapıyı kapamayın çok üşüyorum.’

Gözlerini bu sefer loş bir odaya açtı. Sehpanın üzerinde üç tane büyük mum yanıyordu. Duvardaki takvim en son 2010 yılında kalmıştı. Cemre oldum olası takvimleri sevmezdi. Annesinin öldüğü günden beri köydeki takvim hep aynı acıyı gösteriyordu. Aynalar ve takvimler onun en büyük düşmanıydı. Aklı biraz yerine gelince kanepenin üzerinde korkuyla doğruldu. Demin kapıda gördüğü şey gerçek miydi? Evin içi çok sessizdi. Biraz kulak kabarttı. O sırada mutfaktan tıkırtılar geldiğini fark etti. Gidip gitmemekte çok kararsızdı. Korku tüm hücrelerine nüfuz etmş gibi hissediyordu. Birden kapalı kapı açıldı ve siyah saçlı annesi ona doğru gelmeye başladı. Hayır bu gerçek olamazdı. Annesi öleli on sekiz sene olmuştu. Bu imkansızdı. Siluet biraz daha yaklaştı, yaklaştı ve ağzından tek bir kelime döküldü.

‘Cennet.’
Bu ismi duymayalı da on sekiz sene olmuştu. Cemre kapattığı gözlerini araladı ve karanlıkta parlayan gözlere dikkatlice baktı.
‘Abla.’
İlk başta idrak edemedi. Seneler önce kendisini ve iki abisini bırakıp kocaya kaçan ablasının sesini unutmamıştı demek ki. Yıllar onu ne kadar annesine benzetmişti. Aynı saçlar, aynı çehre, gözlerindeki aynı hüzün… Cemre yavaşça yutkundu. Boğazı kurumuştu. Ablası yavaş adımlarla gelip yanına ilişti.

-Ama nasıl, yani beni nasıl buldun?
Ablası Cemre’nin gözlerinin içine baktı.
-Her şeyi anlatacağım kardeşim. Bundan sonra yalnız değilsin.
Cemre sanki ablasına değil de annesine bakıyor gibiydi. Açık duran mutfak kapısını gösterdi yavaşça. Ağzından tek bir cümle döküldü Cemre’nin. Beyninde yankılanan son cümle.
-Abla kapıyı kapamayın çok üşüyorum.
Abla- kardeş birbilerine sarıldılar ve sarsıla sarsıla ağlamaya başladılar. Kadıköy’de akşamın karanlığı çökmek üzereyken iki katlı müstakil evde mum ışığında bazı karanlıklar yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyordu üç mumun ışığında.

-SON-

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu