Bir Şubat Cuması

Zor kış şartlarının ardından “Sabredin, bahar gelecek.” mesajı veren, bisiklet, motosiklet ve patenlilerin umudu. Ocağın titretici soğuğundan çıkıp güneşli sabahların, “Aman n’oluyor bu havalara?” dediğimiz sıcacık öğlenlerin, hatta masmavi akşam üstlerinin sanatkarı kısa ve heyecanlı şubat.
Ne zaman gelir?
Ne zaman biter acaba?
Bu yıl mıydı 29 diye çaktırmadan takvime baktığımız bol güneşli kış günleri.
Şubatın ilk haftası başlardım depoya kaldırdığım bisikletimin bakımlarını yapmaya. Biliyordum ki o yılın ilk güneşli hafta sonu şubat ayında yaşanacak. Lastik tamiri, zincir yağlaması, fren kontrolleri ve genel temizlikten sonra borsa takip eden borsacılar gibi meteorolojiyi takip ederdim. Hafta içinde hava durumunu dinlemek için dedem “Susun bakayım!” azarı çekerdi, cuma olunca ben! Bisikletliler bilir! Rüzgarın hızı saatte kaç kilometre olacak ve hava sıcaklığı hissedilen kaç derece olacak çok önemlidir.
“Balığa mı çıkacaksın bu ne merak?” diye yaftalanan kuzenlerim. Ah keşke siz de yaşamanın nasıl bir şey olduğunu öğrenebilseydiniz…
Televizyon, “Bu hafta sonu hava tahminlerinde İzmir güneşli.” dediği zaman, festival başlardı benim için. Cumartesi sabahı en erken vakitte kendiliğinden açılırdı gözlerim. Yatak odamın içine hiç ışık sızdırmayan bir perdem vardı ki coşkuyla sonuna kadar açıp dışarı bakardım.
Güneş var!
Bisikletim için gerekli alet edevatı, suluğumu ve birkaç parça yiyeceğimi alıp derhal bisikletime koşardım. Sanki o da beni görünce gülümsüyormuş gibi hissederdim. Ardından Kordon ve bütün güzel İzmir’i gezerdik birlikte. Mavi pinokyom ve ben. Tanıdık esnaflara uğrar halini hatırını sorardım, onlar da: “Delirdin mi yavrum sen kış günü”, “Taa Zeytinlik’ten, Göztepe’ye bu bisikletle mi geldin?” diye benim halimi hatırımı sorarlardı.
Delirdin mi kısmına çok gülerdim. Belki de hoşuma giderdi çünkü bizim mahalledeki Deli İbo’nun ders çalışmak veya büyük adam olmak gibi hayalleri yoktu. Tanıdık görünce “Bir çay ısmarlasana.” derdi ısmarlayınca da yılın iş adamı seçilmiş gibi mutlu olurdu. Çayın yanında duman çıkaran bir şeyler de yer miydi içer miydi bilemiyorum şimdi kampanyasını yapmış gibi olmayalım ama İbo gerçekten mutluydu.
Bir zaman sonra hayatıma gözleri gök mavi bir kız girdi. “Evvelden yaşadıklarımı birlikte de yapabilir miyiz?” diye düşünürken, o “Hadi” dedi bana. “Bir günlük dünya, bir kerecik gelinecek, aklımızda kalmasın.” dedik her maceraya atılırken. Hemen ona da hurda haldeki bir pinokyodan masmavi bir kısrak yaptım kendi ellerimle. Hem kendime arkadaş, hem pinokyoma yoldaş bulmuştum. Birlikte ne pedallar attık. Eskiden bana “Delirdin mi yavrum sen?” sorusunu soranlar soru tarzlarını değiştirmeden “Delirdiniz mi yavrum siz?” olarak kendilerini güncellediler.
Maceradan maceraya koşarken altı yıl geçti, biz büyüdük, evlendik. Hayatımıza yeni ihtiyaçlar ve gelecek kaygısı dahil oldu. İlla ki evlendiysek yakında çocuk da gelir diyerek bir şeyler biriktirmek, kısacası çocuklarımız için yatırım yapmak zorundaydık. Kariyer peşine takılınca bir rüzgarla koptuk İzmir’den. Doğduğum yerde doymayı çok isterdim ama ne yazık ki o rüzgar bizi İstanbul’a savurdu. Belki kısa bir süre daha buradayız belki de temelli bilemiyorum ama temennimiz İzmir’e dönmekten yana.
İstanbul peşimizde getirdiğimiz pinokyo bisikletlerle gezmek için gerçekten büyük ama ortasından katlanabildiği için otobüslerin boş olduğu saatlerde rahatlıkla kısa seyahatler yapabiliyoruz. Bu şubatta, bir cuma günü iş yerinden erken çıkıp kaçamak yapmak istedik. Nasip olur da bir oğlumuz olursa ismini vermek istediğimiz Barbaros Hayrettin Paşa’yı ziyaretten sonra Beşiktaş sahildeki banklardan birine oturduk. Bankta yanımıza bir kız oturdu. Ne merhabalaşabildik, ne bir tebessüm geçti aramızda. Belki morali bozuktur, belki gününde değildir diyerek şöyle laf atacak, sohbet edecek insanlar aradı gözlerimiz. Hanımın evde hazırladığı ekmek aralarını çantadan çıkartırken ikram edecek birilerine baktım. Bulamadım! O kadar kalabalıkta kimse etrafına bakmıyordu. Hatta etrafa bakmak lüks olacak çünkü o muazzam gökyüzünü seyreden bile olmadı. Ya ellerde telefon, ya kulaklarda kulaklık.
Nereye gitsem dilimden düşürmediğim “İzmir’de olsaydık…” diye başlayan cümlelere bir yenisini daha ekledim. “İzmir’de olsaydık bu ekmeği böler bir yandakine ikram ederdik.” Fakat kimseden o sıcaklığı hissedemedik.
Bizler piknikte bile az ötedeki insanları komşu belleyip onlara ikramlık gönderen kişilerken, hiç tanışmayan ailelerin çocukları olarak birbirine kardeş diye tanıştırılan çocuklar olarak. Aynı topraklar üzerinde hatta yan yana iki bankta otururken ne zaman yabancı olduk? Kime ne ikram etsem gözünde tedirginlik görüyorum ve ne yazık ki artık ben de kim ne ikram etse tedirgin oluyorum. Yahu kokmuştur diye bir komşu bütün sokağa kek, sütlaç dağıtır mı? Hanım teyze sütlaç tee mahalle başındaki eve kokar mı? Koksun kokmasın, paylaşmaktı önemli olan. “Oooo böreği kim yaptı?” diye yumulurken komşudan geldiğini öğrendiğimizde hiç çekinmezdik.
Otobüste trafik tıkandığı zaman yüksek sesle “ N’oldu bu yola şimdi?!” diye söylene söylene sohbete başladığımız yan koltuktaki amcalar, abiler, kardeşlerle az mı ahbap olduk? Öğrenci adamdık otostop da kullanırdık. En son ne zaman birini değil arabamıza almak, değil ikramını yemek ve hatta bırakalım yan yanayken sohbet etmeyi de birine ne zaman gülümsedik. Evvelden insanların ağzında diş yoktu ama ağızlar kulaklara varırdı! Şimdi herkesin 32 dişi macun reklamı gibi bembeyaz ama gülümseyen yok. Kulağımızda kulaklıklar, elimizde telefonlar. Habire şeker patlatıp efkarlı şarkılar dinliyoruz, eyvallah! Müzik ruhun gıdası ama sohbet muhabbet bitiyor. Birçok dost meclisine girdiğimde bir saatin sonunda eller telefona gidiyor. İnsanların birbiriyle etkileşimi tükenmek üzere, güven ise maalesef tükendi.
Otobüslerde kendi içimize hapsolduğumuz gibi toplu taşıma kullanmayan insanlar da lüks arabalarının içine hapsoldular. İçeride son ses müzik veya yeni moda televizyon, tüm camlar filmli ve kapalı. Dışarıyla tüm bağlantılarımız kopuk.
Arkadaşlar! Gün geçtikçe kalabalıklaşan dünyada gün geçtikçe yalnızlaşmayalım. Çok zor gelebilir ama bir Günaydın ile her şey çözülebilir. Komşuna, otobüs şoförüne, durakta bekleyen birine. Herhangi bir insana… Günaydın.
Biliyorum şaşkınlıkla bakanlar, çekinenler olacak hatta bunu bir kadın için uygulaması daha zor olacak çünkü affınıza sığınarak “yollu” muamelesi yapılacak. Fakat ne var ki bir zihin kurtarsak. Günaydın demenin kimseyi sapık, yollu yapmayacağını, otobüste otururken “Selamın Aleyküm” demenin kimseyi borçlu çıkarmayacağını birilerine ispatlayalım.
Gülelim! Güler yüz gösterelim. Çocukluğumuzu hatırlayalım. Hani susadığın zaman kapısına su diye dayandığın komşu teyzeyi düşün. O öyle gülümsemeseydi sen kapısına dayanabilir miydin? O güler yüzlü komşu teyze sapık veya yollu olabilir miydi? Hayır! Sadece gülümsedi, hoşgörülü oldu. Korkmayalım arkadaşlar dişlerimiz gülümsemekle eksilmez. Birbirimize ikramlarda bulunalım aramızdaki güven ortamını yeniden kurmaya çalışalım. İnanın bizim de Deli İbo gibi mutlu olmaya hakkımız var. Hem de bir bardak çay ve bir merhabayla!