DenemeEdebiyat

Ama Her Yer Gri Curcuna

Yine yeni bir güne uyanıyorum.

Evet evet yeni bir gün. Bir ocak ayında sabahın yedisi ama daha aymamış bir gün… Curcunanın ilk adımını atan alarmın kulak tırmalayıcı sesiyle hem de.

İşte başlıyor curcuna.

Bir curcunanın içinde yaşamak için dünyaya gönderilmiş yansımalarız sanki. Doğuyoruz, çok bilenler içinde curcuna… Okula başlıyoruz harfler içinde curcuna… Sınavlara giriyoruz rakamlar içinde curcuna…

Bitmiyor tabii!

Herkes avutuyor bizi. “Bu sınavı hallet seneye rahatsın.” “Bu okulu hallet meslekte rahatsın…” Rahat mıyız gerçekten? Kendi söylediğine bile inanmayan bir yığın insan topluluğu…

Curcuna başlıyor demiştim ama asıl curcuna şimdi başlıyor. Nereye adım atsan insandan oluşmuş curcunalar içindesin. Sesler var, hareketler var, nefesler var. Her şey var, curcunaya sebep olabilecek her şey… Tebessüm eksik.

Bu sefer de geçmişte şikâyet ettiğin curcunaları özlüyorsun. Bir çift hüzünlü gözle bakıyorsun göremediğin geçmişe… İnsan işte yaşadığı hangi andan memnun kalmış ki? Bahçede, saksıda rengarenk çiçekler, güller yetiştirebilmek varken her açan çiçekte emeklerinin pare pare yeşermesi varken sen kalkıp gidip plastik yapay çiçeklere aldanıyorsun. Öyle bir memnuniyetsizlik işte. “Nereden çıktı bu plastik çiçekler? Neden bu plastik çiçekler? Özen göstermeye gerek bırakmayan bir güzellik, bir birliktelik arayışı mı?” diye Yıldız Kenter gibi sitem etmek geçiyor içimden. Modern hayatın içindeki kare kutuların içinde renksiz seramik bir biblo gibiyiz. Benim nefes alacak bir yerim bile yokken bir de yeşermesi için çiçeklerime yer arıyorum bu kutunun içinde

İşte görüyor musunuz? Her yer curcuna…

Yeni gelen her zamana bir yenisini daha ekledik. Modern hayat dedik, az iş gücü dedik, az emek çok fayda dedik. Dedik de dedik. Sahi fayda mı gerçekten? Vakitsizliğin içinde hayata yetişebilmek için vakit öldürüyoruz. Çoğu da trafikte geçiyor o ayrı mesele. Kafamı nereye çevirsem gri binalar, düz çatılar… Varlıklarını kafamı çevirdiğim her yerde turnusol kağıdı gibi ayırt edip önüme çıkaran o soluk curcunalar…

Nerede o eskilerin ahşap oyma evleri, çiçekli pencereleri? Çocuklar bile rengarenk giyinmiyor artık. Nerede üstü mor altı mavi çocuklar? Modaymış bu…  Ne yapsın çocuk modayı rengarenk curcunalar varken… Ama her yer gri curcuna…

Her yerde o gri curcunalar.

Curcunaları saymakla bitmeyen bir zamanın içinde kısılıp kaldık sanki. Aldığım nefes bile curcuna dolu. Kaygılar, mutluluklar, düzenin içindeki düzensizlikler… Renkli curcunaları dikkatle ayırıp öyle içine çekmek istiyor insan.

Sonunda pes ediyorum ve Ataol Behramoğlu’nun dizelerine sığınıyorum:

 “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:

Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına

Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır.

Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.” 

Düşünüyorum, düşünüyorum… Aklımın içinde siyah ve pembe toz bulutları bir yer edinebilmek için birbirleriyle üstünlük yarışına giriyorlar. En sonunda karar veriyorum. Belki de bu zamanın anahtarı, anı yaşayıp olaylara ve kişilere fazla takılmamaktan geçiyordur. Gerçekten de kafaya takılan sadece toka olmalı belki de… Yani kısacası “Belki çok da şey yapmamak lazım.”

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu