EdebiyatHikaye

Terkedilmiş Kadının Günceleri (5)

Yastığıma uzanan rimelimin gözyaşlarıma eşlik eden görüntüsü… Güçsüz bir Çiler Arca olarak uyandığım 30.merdivenin ilk basamağı… Evet yine sizlerleyim. Meraklı bakışlarınızı buradan görebiliyorum. Ne mi oldu ? Neler olmadı ki… İhtişamlı gök cisiminin yerine koyamayacağım kadar çok daha fazlası olan o yalancı bahar…belki de sımsıcak kavurucu bir yaz…oysa gerçeği hoyrat bir lodos… Sanırım kimden bahsettiğimi anladınız. Cenk… Cenk Çetiner… Bak aklıma yine Zerrin geldi … (ne zaman aklımda değil ki zaten güneşim, yol arkadaşım) 27 ler klübünün bir üyesi olmama, kendi efsanemi kendim yaratırım felsefesiyle yaşam defterini kapatma planlarıma ramak kalmışken; nihayet bir müzik şirketi tarafından keşfedilmiş, bunca yıllık emeklerimin karşılığını görecek olmanın sevincine ve arka sıraların intikamını alacağım günlere ulaşmıştım. Tabii hemen bir müzisyen hatta bir star (ki bu daha çok yeni) olduğumu düşünüyorsanız pekala yanılıyorsunuz. Beni dinlemiş olduğunuzu varsayarak tekrarlayayım; 29 yaşıma kadar çok küçük,kemik bir kitlem vardı. Ve herkesten, her şeyden çok farklı ve özel olduğunu düşündüğüm (ne yazık ki hala böyle hissediyorum) aydınlık, capcanlı bir güneşim… Sektöre ilk adım attığımda ne mi yapıyordum? Dönemin ünlü şarkıcılarına söz yazıp besteler yapmakla meşguldüm. Bir de iyi bir vokalist ve müzisyen olarak çıkış yapmak istediğimden halen daha şan derslerim ve piyano eğitimime tam gaz devam ediyordum. Editörlükten bu noktaya gelmek büyük bir özveri gerektiriyordu.

Hay Allah! Sahi hiç bahsetmedim değil mi? O kadar zamandır çene çalan ben, sizlere yaklaşık 4 yıl boyunca sanal bir derginin editörlüğünden bu noktalara geldiğim kısmını anlatmamışım. Yoksa ,önce arka sıralarda çocukluğu çalınan birinin, sonrasında da yıllarca ve halen daha çalmak için uğraştıkları hayallerini ona kim altın tepside sunsun ki! Bu yüzden diyorum ya iş hayatına atılıncaya dek sert rüzgarların estiği yaşantım, yerini hepten olmasa da parçalı bulutlu geçen zamanlara bıraktı. Rekabet ortamı, özel sektör ve yoğun çalışma temposundan dolayı kimi zaman müzik dinlemeye bile fırsat bulamazken, öncesinde stajyerlik yaptığım dergilerden birinden bir arkadaşım, (orada da müzik hakkında yazılar yazıyordum.) bir gün beni arayıp biriyle tanıştırmak istediğini söyledi. Eskisi kadar görüşemesek de yeri bende her zaman ayrı olan, (bu konuyu yanlış anlamayın, kendisi hayallerimi gerçekleştirmeme yardım etmiş olmasaydı da hayatımda önemli bir yere sahip olurdu.) Cansu, konservatuar mezunuydu. Zaten daha ilk tanıştığımız anda ona olan hayranlığımı ve imrenmemi farketmiş olacak ki neden devam etmediğimi ve bir müzik okuluna gitmediğimi sordu. Ülkedeki müzik eğitiminin yapmak istediğim müziğe katkısı olacağını düşünmediğimden, müzik öğretmenliğinin gerçekleşmeyen atamalarından ve gitmek istediğim okullardan birinde yaş sınırına takılmamdan zaten ailemin ve çevreminde beni pek desteklemiyor oluşundan bahsettim. Biraz yüzü düşse de, asla pes etmememi ve bir gün beni mutlaka dinlemek istediğini söyledi. Anlaştık dedim. Seneler sonra gitarımla barışmış yoğun ama sevdiği bir başka işi olan ben, Cansu’ya pekala da bir konser verebilirdim. Eğer geniş bir çevreniz ve zengin tanıdıklarınız yoksa en iyisi olmak zorundaydınız. Bu yüzden zor da olsa bir müddet hayallerimi ertelemek zorunda kalmış ve iyi bir enstrüman çalmanın bana çok şey katacağını geçte olsa anlamıştım. Hem çalıp hem söylemek, yalnızca söylemenin bir değil belki birkaç adım ötesindeydi…bir de yazıyorsam… Bu disiplin devam ettiği sürece en iyisi olmamak için hiçbir sebebim yoktu. Stajımın son gününde ufak bir veda partisi ayarlamak isteyen Cansu, o gün için gitarımı getirip getiremeyeceğimi sordu. Hiç tereddüt etmeden kabul ettim. Eve gider gitmez en sevilen ve benim de çok sevdiğim birkaç şarkıyı seçerek ufak ufak provalar almaya başladım. Eh malum, onca kişinin karşısında hem çalıp hem söylemek kolay değil. Bir de konservatuar mezunu, başarılı ve özgüvenli birinden bu istek gelmişse başta onun sonra da diğerlerinin yüzünü kara çıkarmamak gerekirdi. Ertesi gün iş yerine gittiğimde masamın üzerine bırakılan notlar ve birkaç armağanla şaşkınlığımı üzerimden atamamıştım ki aynı anda iş arkadaşlarımın hepsi birden “Sürpriz!” diye bağırıp ortaya çıkıverdiler. Cansu elinde en sevdiğim çilekli pastası ile gülüyor (nasıl kandırdık ama der gibi) diğerleri de aynı şekilde nasıl korkuttuk ama der gibi etrafımda dolanıp duruyorlardı. Yeme içme faslı sona erdikten sonra gaza gelmiş bir vaziyette Cansu’nun ; “Veee karşınızda hem editör hem müzisyen hem de çok güzel bir hanımefendi. O birrr ikonn alkışlar Çiler Arca’ya” nidaları yankılandı. Herkes dalgayla karışık ciddi bir edayla alkışlarken ben de o sırada gitarıma davrandım ve başladım söylemeye ‘Sevdan bir ateş’ , ‘Yağmurlar’ , ‘ Zombie’ , ‘Nobody’s Home’u… Ama ne söylemek… resmen kendi sesimi duyabiliyor ve o an notalara, gitarın tekniğine ve daha başka bir şeylere takılmadan söylüyor, söyledikçe duygularımın dışa vurumuna şahit oluyordum. Yüzlerindeki hayranlık ifadelerine ve gelen alkışlara bakacak olursak performansım hiçte fena değildi. Birkaç parça daha çaldıktan sonra Cansu hemen yanıma gelerek ; Kızım sen çok yanlış yerlerdesin diye konuşmaya başladı. Ünlü bir yapımcı ile aile dostuydular. Cansu’nun babası da uzun yıllar müzikle ilgilenmiş fakat aile, şartlar ve beyaz yakalı olmanın sorumluluğuyla bir daha devam edememişti. Daha sonrasında kızına bu konuda oldukça iyi imkanlar sunarak onun sürekli gelişmesi, ilerlemesi için çaba sarfetmiş ve yıllar süren bir çalışma sonucunda konservatuara girmeye hak kazanmıştı. (Hatta bu prodüktörden dolayı Selda ile de bir tanışıklıkları olduğunu fakat birbirlerinden pek haz etmediklerini de Selda’dan öğrenmiştim. Cansu ne kadar mantıklıysa Selda da o kadar deli dolu ve patavatsızdı. Ama aslında öyle iyi niyetliydi ki…) Diğer iş arkadaşlarımın tebrikleri ve Cansu’nun; mutlaka beni ara, eğer editörlükten sıkılırsam beni o prodüktörle tanıştırabileceği tarzı konuşmaları arasında geçen bir gün , çokça minnet ve kafamın içindeki dağınık düşünce balonlarıyla biten bir gün daha… Vay be Çiler! sen de sevilmişsin bir zamanlar! Kendi yakınlarımın bir doğum günümde bile yapmadıkları jesti hayatıma kısa süreliğine girmiş bu güzel insanlardan görmek fazlasıyla mutlu etmişti.
Hikayenin geri kalanını benden değil de Selda’dan dinlemek isterseniz diye müzikal yolculuğumun adımlarına şimdilik kısa bir mola veriyorum. Heh nerede kalmıştık ? O uğursuz doğum günü,yaşananlar ve ertesi sabahı… Ah ah öyle çok şey var ki içimde biriken! Hazırsanız başlıyorum. Otelin lobisindeki güvenliği aşarak gelen tehlikeli bir lodos, huzursuzlukla yerinden kıpırdayan davetliler ve boşluğa düşen göz pınarlarımla bir adet ben..sicim gibi akıyorlardı ve durdurmak imkansızdı! Kahretsin! Ne zaman beklenmedik ve huzursuz bir durumla karşılaşsam hep böyle olurdu. Bir star adayına hiç yakışmayan hareketler bunlar! ama bu…tüm bu olanlar? Tanrım bunları hakedecek ne yaptım ben !! Onu ilk gördüğüm an, birlikte yazdığımız şarkılar, ettiğimiz danslar ve çıkılan yemekler…hepsi bir film şeridi gibi evet tıpkı bir film şeridi gibi ,yağışları yavaş yavaş dinmekte olan gözlerimden geçip gittiler. Şu an karşımda duransa gerçeğin ta kendisiydi. Selda ve Burcu ortamı yatıştırmak istercesine ; “Parti bitmiştir hepiniz dağılabilirsiniz.” diyerek lobideki güvenliklerle beraber davetlileri dışarı çıkarmakla meşguldüler. Bu sevimsiz ve hiç hoş olmayan manzara karşısında içimden küfürler savurarak ne biçim güvelik bu böyle bir tanesi bile mi düzgün iş yapmaz diye söylenirken aniden bir el omzuma dokundu. Dönüp kimle karşılaştığımı söylememe gerek yok sanırım. Acıma, öfke, özlem ama hepsinden önce kaybolmak istediğim derin bir çift yosun… Hala seviyorum seni kahrolası Güneş! Lodosken bile beni kendinden alıkoyamıyorsun! Aşk buydu işte ! Hesapsız ,kitapsız ve riyasızca sevmek! İlk kez ama ilk kez birinden gidememiştim. Kendi içimde yarım bıraktığım yolculukları tamamlayamadan…
-Ne işin var senin burada(sesimi yükselttim) en mutlu günümde, hayatımın en özel gecesinde burada olmaya ve her şeyi mahvetmeye ne hakkın var!
Elini dudaklarıma götürerek “şişşt” diye beni susturdu. O an bile içimin nasıl ürperdiğini ve ona dair her şeyi ne kadar çok özlediğimi size anlatamam .
-Beni asla dinlemedin. Hep böyle yapıyorsun zaten. Karşındakilerin seni anlamasını ve dinlemesini istiyorsun. Hem de her şeyden çok! Ama hayatının aşkını (imalı bir şekilde söyledi) bir kez olsun dinlemeye ve anlamaya yeltenmiyorsun!
-Hmm öyle mi (sesimi alaycı bir tona alarak) piyasadaki sarışın, muhteşem sesli! Çıtırlarla geçirdiğiniz gecenizi böldüğüm, her zaman en büyük destekçin olduğum ve seni bu hayatta her şeyden hatta belki kendimden bile daha fazla sevdiğim için gerçekten çok özür dilerim! Ben bir zavallıyım! Tabii 30 yaşına gelmiş bir kadını kim ne yapsın! Ama ya diğeri! Genç ,tazecik! Sarışınlık desen var! Cazibe desen var! Başkasınına ait olanı çalmak desen ohooo daha sayayım mı! Zaten son bestesi de çalıntıymış! Ha dur bi düşüneyim! Acaba beraber mi yaptınız! Pardon çaldınız! (Kısa ve sinir bozucu bir kahkaha patlattım).
-Saçma sapan konuşma Çiler! Gerçeği sana defalarca anlatmak, beni affetmen için yalvarmak, uykusuz geçen geceler ve daha pek çok şey! Hiç bir şey söylemeden hiçbir şey anlatmama izin vermeden çekip gittin! Bu kadar kolay mıydı senin için! Bu kadar mıydı aşkın!
-Bu kadar hı hı evet bu kadar çok sevdim işte seni Cenk Çetiner! (sesim ağlamaklıydı) ama görüyorum ki sende beni gerçekten! Çok sevmişsin! Bir başka kadınla paylaşacak kadar! Derin bir nefes aldım ve devam ettim.
-Bak Cenk! Kadınların üzerindeki ilgisi, senin buna kayıtsız kalamaman, çapkınlığın, umursamazlığın, rahatlığın..ben bunları bir şekilde sineye çektim. Evet zordu! Zaten şu hayatta ne kolay ki! Sen ister inan ister inanma herkesten farklı ve özeldin benim için… Senin kadar olmasa da benim de hayatımda pekala da birileri oldu. Ama onlara karşı beslediğim hisler; ergen, küçük bir kadının ilgi ve sevgi boşluğundan, Babamdan göremediğim şefkatten ve gerçekten yalnız hissettiğimden ötürü olan şeylerdi. Sen ise hayatımda birçok şeyin oturmuş, hayallerime doğru adımlar atıp savaştığım bir dönemde yani burada benimle…ansızın çıkageldin hayatıma… diğerleri gibi ne güzelliğimden, ne bedenimden faydalanıp ne de içi boş ve saçma espriler yapıp beni tavlamaya çalışmandan eser yoktu benliğinde. Bazen saatlerce gözlerinin içine bakmak, hiç bir şey söylemeden yine o gözlerle birbirimizi anlamamız… Ve benim senin etrafındaki diğer bütün kadınlardan gerçekten ama gerçekten farklı olduğumu hissetmem! Ama 1,5 sene önce gördüklerim karşısında hissettiklerimle, yaşadığım hayal kırıklıklarıyla fena halde yanıldığımı anladım. Lütfen her nerde mutlu olacaksan oraya git! Yanlış bir evin manzarasına doğan güneşlerden olma! (ah Zerrin…)
Gözleri dolu ve ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Yine de metanetli olmaya çalışarak:
-Şimdilik hoşçakal doğup doğabileceğim en güzel manzaram! Ama bu iş burada bitmedi! Bak gördün mü! Yine sen kazandın! Sen anlattın ben de dinledim! Ama bu sefer susacağım! Doğum günün kutlu olsun arka sıraların eşsiz melodilerinin sahibi ve benim eşsiz müziğim!
Daha fazla bir şey söylemeden çekip gitti. Birden arkasını dönüp şöyle bir baktığında gözlerimin bu sefer şiddetli bir yağmur misali bardaktan boşanırcasına yağdığını hissettim. Aptal Güneş! Aptal Lodos! Bunca yalnız bir kalabalığa beraber başabaşa kutlayacağımız bir doğum gününü dilerdim. Bir mum üfleme hakkım daha olsaydı… Neden mi oldu tüm bunlar? Pastadaki mumları üflerken onu dilemiştim ! Bensiz de mutlu olmasını. Ama asla bu şekilde değil!

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu