“Ben kötü biri değilim.” dedim. “Güçsüzüm sadece, sürekli konuşan zavallının tekiyim. Genellikle zırvalarım, vaatlerde bulunurum; ama hiçbirini yapmam. Politikacı kılıklı duygusal bir adamım, böyle biri olduğum için özür dilerim senden.”
“Biliyordum!” dedi sulu gözleriyle, yalnızca tek bir kelime çıktı ağzından. Ama o tek kelime bile, ona yaşattıklarımın aynısını yaşattı bana. Kalbimin derinlerinde bir yer sızladı.
Elinde bıçak vardı. Sivri ucundan tuttum, bana saplamasın diye iyice sıktım. Ellerim kanamadı, acısını bile hissetmedim. “Saplasa da bir şey olmaz.” diye düşünüp bıraktım. Zaten ağlamaktan saplayacak gücü de kalmamıştı.
Arkamı döndüm, yürümeye başladım. Öylece bıraktım o güzel kızı. Arkama son kez döndüm, sadece ağlıyordu. Gözleri şişmişti, uzun saçları yüzüne dökülmüştü. Yoluma devam ettim. Birini ilk bırakışım değildi, hissizleşmiştim o yüzden. Bana ne kadar acı verirse versin yapıyordum bunu, yapmak zorundaydım. Çünkü çekilir bir insan değildim, eninde sonunda üzecektim. En iyisi, kimse birbirine çok bağlanmadan gitmekti.
Önümde bir kapı belirdi, istemeden olsa da girdim içeri. İçerisi kapkaranlıktı, tek bir şey vardı: acı. Somut hâle gelmiş acıydı bu, rengi kırmızıydı. Gittim dokundum; savaşlar, çaresiz ve aç çocuklar, ayrılıklar, yalnızlar, kaybolanlar, alkolikler, bağımlılar teker teker sırasıyla gözümde belirdi. Dayanamadım, dokunmayı bıraktım. Arkamı dönüp girdiğim kapıya yöneldim, ama kapı yerinde yoktu. Yine arkamı dönmeyi düşündüm; en azından acının bir ışığı vardı, ona bakarken korkmazdım.
Döndüğüm gibi bir adam elini uzattı bana, tuttum. Başka bir yere götürdü beni, daha doğrusu ışınladı. Güneşli bir gündeydik, kaldırımın ortasındaydık, yanda yemyeşil bir park vardı. İçim ferahladı, “Sonunda normal bir yer.” dedim. Sonra yerin altından gelen çığlıkları duydum, ya ölmüşlerin sesiydi ya da yaşayamayanların. Ayırt edemedim, çünkü iki tarafın da çığlıkları aynıdır genelde.
Beni buraya getiren adama, gelen bu seslerin kimden geldiğini sormaya karar verdim; konuşmaya başladığım gibi adam arkasını döndü, benden hızla uzaklaştı. Omzundan yakalamak için hareket etmeye çalıştım, ama ayaklarım yere sabitlenmişti. Yavaş yavaş bulunduğum yer çökmeye başladı, duyduğum o haykırışların dozajı iyice arttı. Şaşkınlıktan konuşamadım, belki de konuşmak istemedim, kim bilir…
Gözüm açıktı, ama karanlıktan başka bir şey göremedim. Bir süre sonra üstümdeki kapağı açtılar, tabuttaydım. Bu gördüklerimin rüya olmasını diledim, ama ölü bir adamdım ben. Kim duyabilirdi ki isteklerimi?
Tabutumu açanlar sevdiğim insanlardı. Özellikle de aşık olduğum kadınlar vardı. Ve hâllerinden memnunlardı, bana tepemden bakıyorlardı. Şık giyinmişlerdi, rengârenk elbiseler içindeydiler. Gülüşüyorlardı, kahkaha atıyorlardı. “Açıkta bir yerim mi kaldı?” diye düşündüm; ama bakamıyordum üstümde bir şey olup olmadığına, kafam hareket etmiyordu.
“Sonunda kurtulduk.” dediler hep bir ağızdan. Ölmüştüm demek ki, bunu iyice anlamış oldum.
Haykırmaya başladım, bağırdım, çağırdım, çatlayacaktım sesimi duysunlar diye. Ama tık yoktu, devam ediyorlardı gülüşmelerine. Büyük ihtimalle açık olan gözlerimi de görmüyorlardı. Kalbim çok hızlı çarpmaya başladı, ölü birine göre iyi atıyordu yine de.
İşte tam burada rüyada olduğumun farkındalığına yavaştan vardım. Sonra kendimle niye bu kadar yüzleştiğimi de anladım. Bilinçaltımdaydım çünkü; evet, kesinlikle oradaydım. Bencildi bu bilinçaltı denilen şey, sadece kendi zevklerini düşünen ve sahibine hiç iyi davranmayan zayıf bir yaratıktı.
Yataktan kalktım, bir sigara yaktım. Aynanın karşısına gittim, bir süre kendime baktım. Sonra her zaman, her şeye yaptığım gibi yine arkamı döndüm. “Ben kötü biri değilim.” dedim kendi kendime, “Güçsüzüm sadece, sürekli konuşan zavallının tekiyim.”…