Anlatmaya nereden başlanır ki…
Hatırlanabilen en eski çocukluk anısı hangisidir?
Hayat akıp giderken, bir de 30’u devirmişken ve 30’lu yaşları yaşarken bazı çocukluk anıları bir tat ya da bir koku gibi anımsanır. Çocukluğunuzdan bir tat ya da bir koku duyumsadığınız zaman, belirli ve mutlak bir ana gitmezsiniz; ama o duyumsayışın çocukluğunuza ait olduğunu bilirsiniz. Hatırlanan anılar, birkaç defa mı yaşanmıştır yoksa yaşanan benzer olayların kesitlerinin bir çeşit karışımı mıdır? Anımsanan anılardan hangisinin hangisinden daha eski olduğu zorlansa belki tahmin edilebilir; ama gerçekten bu çabanın bir önemi var mıdır?
Nisan ayında Yüreğir’e, 3 Kuşak çocukluğumun geçtiği yere gitseydiniz, sizi her şeyden önce baş döndüren portakal çiçeği kokusu karşılardı. Tarihi Taş Köprü’den Karataş sahiline kadar uzanan, bir tek yol üzerinde ilerleyen kırk beş kilometrelik Karataş Caddesi sizi sağlı sollu beyaza bürünmüş ağaçlarla karşılardı. Tabii Pamuk da meşhurdur buralarda, pamuktan zengin olmuş ağalar da meşhurdur. Yüreğirli bilir ki bir memlekette meşhur olan şeylere, o memlekette yaşayanlar değil, büyük şehirler karar verir. Bir pamuk tüccarı İstanbul’a gittiğinde, pamuk meşhur olur. Işıklarıyla büyük şehirlerde çekilen bir film, mekânını taşradan belirlediğinde, taşra o filimde anlatıldığı şekliyle meşhur olur. Ve o buram buram kokan, koklayanın başını döndüren, sevdiğini hatırlamış gibi karnında kelebekler uçuşturan portakal çiçeği kokusu sonunda unutulur gider.
Bu, ne zamandan beri böyledir? Ne zamandan beri büyük şehirlerin takımları tutulur, ne zamandan beri bizim sorunlarımız yetmezmiş gibi bir de büyük şehirlerin sorunları pazar günleri gazetelerle evlerimize girer, büyük şehirdeki trafik kazası haberleri ne zamandan beri mahalledeki asfaltsız yolların önüne geçer ve ne zamandan beri yılbaşlarında kutlama yapılmaz da büyük şehirdeki kutlamalar merak edilip, izlenir?
Yüreğirli bu soruların cevaplarını bilmez. Ama Yüreğirli bilir ki; nisanda, şöyle büyük bir kayıtsızlıkla portakal ağaçlarının altında dolaşmak ömrü en az 5 yıl uzatır. Bunu araştırmak isteyenlere araştırma izni verilir, aksini iddia edenlere determinist damgası vurulur.
Hiçbir düşünce sizi rahatsız edemezken, sadece portakal çiçeklerinin kokusunu düşünürken, ağaçların altına serilmiş rengârenk örtüleri fark ettiğiniz zaman, kendi kendinize onların ne işe yaradığını sorarsınız. Oysa bilmezsiniz ki; Yüregir’in insanları, Çukurova’nın nisan ayındaki o kokusunu hem saklamak hem de tatmak için düşen portakal çiçeği yapraklarını toplarlar. Önce güzel bir yıkarlar, sonra kazanlarda şekerle kaynatıp reçel yaparlar. Portakal çiçeği reçelinden bir kaşık alırsanız nisanın o kokusunu damağınızda duymaya başlarsınız.
Portakal çiçekleri arasından Karataş’a gitmek için Karataş Caddesi üzerinden çıkmanız gerekir. Atatürk`ün de hikayelerinin anlatıldığı Cumhuriyet Un Fabrikası’nı geçtikten sonra bir ilkokul görürsünüz. Bu ilkokul bir kuşak önce “Güneşli“ şimdi ise “Sakıp Sabancı İlkokulu” adındadır. Biraz daha ilerlerseniz, bir de günlerden pazar ise bir avludan Köse Kahvesi`ne doğru koşan bir çocuk görebilirsiniz. Buralarda pazar günleri mangal yakma günleridir. Cep telefonun henüz yaygınlaşmadığı bu günlerde, evde mangal yakılacağında, babalara haber vermek için çocuklar postacı olarak kullanılırdı. İşte bu koşan çocuk, annesinden aldığı görevle, babasına haber vermeye gitmekte, Köse Kahvesi’nin kapısının önünde sağlı sollu oturan tarih gibi amcalara selamı çaktıktan sonra içeriye dalmaktadır. O zamanlarda kapalı alanlarda sigara içmek serbestti. Çocuk sigara dumanları arasından sağa sola bakıp babasını bulur, bulamazsa çaycıya sorar, çaycı düşünmeye gerek bile kalmadan eliyle babanın olduğu yeri işaret eder, çocuk ise usulca babasının yanına gidip, kulağına ezberlediği cümleleri söylerdi.
Bu çocuğun Köse Kahvesi`nden çıkıp koştuğu ev bir avlunun içinde, avlunun geniş kapısı da caddenin üstündedir. Bu çocuk, gençliğinde hangi şehirden geçerse geçsin, hangi badireleri atlatmış olursa olsun bu avluya adımını atar atmaz evde olduğunu, güvende olduğunu her zaman hissetmiştir. Sakıp Sabancı okuluna sekiz yıl boyunca bu avludan çıkıp, yürüyerek gitmiştir. O kısacık yolda, o sekiz yıl boyunca, neler neler düşünmüş, kendi kendine neler neler konuşmuştur? Ne aşklara yelken açmış ne okul önü kavgaları etmiştir.
Bu çocuğun bir kuşak önceki amcaları da Güneşli okuluna bu avludan çıkıp, yürüyerek gitmişlerdir. O kısacık yolda o sekiz yıl boyunca neler neler düşünmüş, kendi kendilerine neler neler konuşmuşlardır? Ne aşklara yelken açmış ne okul önü kavgaları etmişlerdir.
Bu çocuğun iki kuşak önceki dedeleri bu sefer okula değil tarlaya, yine bu avludan çıkıp, yürüyerek gitmişlerdir. O uzun yolda bir ömür boyunca neler neler düşünmüşler, kendi kendilerine neler neler konuşmuşlardır? Fakat çalışmak onların başlıca yazgısı olduğundan, aşklara yelken açamamışlardır.
Şimdi portakal ağaçları kalmış mıdır, nisanda çiçek açıyorlar mıdır? Çocuklar okula hâlâ yürüyerek gidebiliyor mudur? Postacı çocukların yerini, cep telefonları mı almıştır? Avlular yerlerini iki tane üç-artı-bir daire için apartmana mı bırakmışlardır? Ya yaz akşamları avlunun sulanıp, tüm ailenin küçük bir serinlikte oturma ritüeli devam ediyor mudur? Peki, o zaman çocukluğumdan geriye ne kalır? Sadece benim çocukluğumdan değil, üç kuşak çocukluğumuzun geçtiği semtten, yaşamdan geriye ne kalır? Galiba sadece hangisinin hangisinden daha eski olduğunun bir önemi olmayan anılar kalır…
Peki ya… Portakal çiçeği reçeli, artık o da mı sadece bir anıdır?