Yazma.

Ben hep inandım.
Gökyüzünün bana verdiği renklere; kızılına, pembesine, hareli mavisine, sonsuz bulutlarına… Bir tek onlar çekip çıkardı beni bu kirli dünyadan, bir tek onlar kucakladı. Bir annenin kolları nasıl sarar, bulutlardan öğrendim. Bir babanın gözleri nasıl parlar çocuğuna bakarken, bir yıldızdan öğrendim. Dünyadaki tüm insanlar birer fabrika ürünü gibi görünürken gözüme, saatlerce göz kırpmadan sayfa sayfa okudum göğü. Okudum da öyle dayandım.
Kapıyı kırarcasına çalıyordum. Tükenmiş nefesim bir kırık kelimeye bile yetecek gibi değildi. Ellerimin nasıl bu kadar güçlü olabileceğini ilk o gün fark ettim. Biraz daha kapıyı açan olmasa kırabilirdim. Şimdiye kadar kıramadığım tüm yazgıların hatrına.
Doktor kapıyı açtığında şaşkınlıkla gözlerime baktı, dedim ya nefesim bir kırık kelimeye bile yetmedi. Bir bardak su, biraz temiz hava… benim dilimin kaderime dönmesine yetmezdi, yetmedi.
– Iyi misiniz, neler oluyor?
Sadece, apartmanın en üst katında yaşayan, insan içine pek çıkmayan, ses tonu ne renk bilinmeyen, nerden gelmiş nereye gidiyormuş sorulmayan bir komşu olmaktan ileri değildim onun için. Kimse bilmiyordu dünya klasiklerini okurken bambaşka bir hayat düşlediğimi, insanların içinde görünmez bir şekilde onlara ne denli sarılı olduğumu. Kediye, köpeğe, çiçeğe nasıl saygı duyduğumu…
– O.
Dilimden sadece bu döküldü. Çok kırmış ama hiç kırılmamış bir üçüncü tekil şahısa.
Aslına bakılırsa benim için de O’dan fazlası değildi.
– Sanırım düştü, bir ses duydum. Ütü yapıyordum.
Ütü yapmayı oldu bitti pek bir severim. Kimse sevmez ben severim. Kimsenin sevmediği şeyleri sevmeyi severim belki de. Hangi ürünün alıcısı azsa onu alırım, hangi köpeğin başı daha az okşanmışsa onu okşarım, hangi sebze unutulmaktan eskimişse rafta onu pişiririm. Dünya beni belki de bu yüzden pek sevmedi, denklemlerini bozdum.
– Kim düştü, nerde?
– 16. Yaş gününü kutluyorduk
– Kızınızın mı?
– O, benim kızım mı ?
Afallayarak baktı suratıma. Çok tanıdık, unutmama pek müsaade edilmeyen bir yüz ifadesi bu. Şaşırmam ne mümkün. Bilakis, âh diyorum bildiğim yerden geliyor bu insan yüzleri. Artık üstte olan benim. Bir tanrıça vardı, o da böyle yapmıştı galiba diyorum. Tüm yüzleri aynı yapıp en son hükmetmişti.
-Kendinize gelin lütfen, iyi misiniz? Benimle konuşmazsanız size yardımcı olamam.
Ben kendimdeydim. İlk kez…
Bu sonsuz gibi görünen üç noktalı cümlelerimi asla insanların zihnine teslim edemedim. Kimsenin zihni, hayal gücü buraları dolduracak kadar iyi ve temiz gelmedi bana. Virgüllere de inanmadım, nokta en güvenilir duraktı.
– Iyiyim, ama o iyi değil. Bir insan bir dakikada kaç litre kan kaybeder?
– Kanaması mı var, hanımefendi?
Kanaması olmaz mı ? İnsanın kanaması sadece kırmızı mı ki, olmasın ? Ben size hiç anlatamadım ki yıllar yılı akan şeffaf kanları. Kaç pencere yıkandı, gök kanadı da, kaç tülbent ucu kana bulandı, kaç yastığın yüzü kanadı da dinmedi.
– İnsan kendi kanından ölmez ki doktor bey.
– Tamam artık, ben yukarı çıkıyorum, eşim sizinle ilgilenecek o da doktor.
Hiç kendi katının üstüne çıkmayı düşünmemiş, yukarıdan gelen seslere son model televizyonlarının sesini kulak tamponu yapmış bir insanın, yolunu nasıl bulacağına olan inancım ile gülümsedim. Bir parça basamak alacaktı onu kendi dünyasından, yol yukarı evrilecekti kendi bağlamında.
– Merak etmeyin eşim şimdi yukarıdadır, kısa süreli bir şok yaşıyor olabilirsiniz.
-Peki, kızınız nerede?
Benim, benden doğurduğum bir çocukluk vardı. Sarı bir saçı, çilekli bir tokayı ancak camdan görebilirdiniz. Bana ait olan tek şeyi de, sizin kirli sokaklarınıza nasıl bırakabilirlerdi ki.
– Geldim.
-Neler oluyor, ne olmuş? Kadın hâlâ pek kendinde değil, anlatmadı.
– Biraz önce hangi kanalı izliyorduk biz?
– Ne kanalı, neler oluyor yukarıda, nedir bu?
– Ben sesi çok mu açtım?
İnsanın vicdanı kuru bir güldü. Nerden öğrendim bilmiyorum. Yeşil kökün yapraklar ile birleştiği bir yer hep yaş kalabilirdi. Içinden çürümediyse şayet. Bu da gülün kendine, kendi eliyle yeniden doğabilmek için verdiği bir şanstı. Bu şans bazen reçel olurdu rengarenk raflarda, bazen pahalı bir koku, bazen hiçbir şey…
– Adam ölmüş.
– Nasıl, ne demek ölmüş,? Hemen ambulansı arıyorum.
– Arama.
Gülün kendi eliyle kendine verdiği bu şansı bende çocukluğuma vermek istedim. Yıllar sonra aklıma, 28.yaş günümde, 16.yaşım geldiğinde. Geçen 12 yıl için, 12 gece tek tek oturdum.
– Çocuk nerde?
– Hangi çocuk?
– Bunların bir kızı yok muydu?
– Yokmuş.
Kırmızı bir yazma, karanlık göz altları, çizgileri silinmiş göz kapakları, kurumuş ve yer yer çatlamış parmaklar, yer altından çıkarılıp giyilmiş babaanne elbiseleri… Bunlar yetiyor muydu beni bir kadın saymanıza?
– Korkunç bir şey bu, ne yapacağız şimdi ? Dokundun mu bir yere, sakın !
– Hayır.
Annemde dokunmamıştı. Belki de bilmiyordu dokunmayı. Yinede hiç yargılamadan astım onun kokusunu gardırobuma. Zaman zaman küsüp sonra yeniden barıştım. Benim sadece bir üst bedenimdi o. Bir üst bedeninde, ona çizdiği çizgide nasıl cambazlık ettiyse, bana da bildiği tek yolu ilmek ilmek örmüştü. Kızamazdım.
– Bende yukarı çıkacağım.
– Hayır, sakın.
– Polisi arayalım o zaman.
– Bizi de sorgularlar.
– Hanımefendi lütfen anlatın neler oldu?
Hanım kelimesi ilk kez efendinin önünde değdi kulağıma. Yokladım, çocukluğum hâlâ boynumdaydı. Bu bana derin bir nefes aldırdı. Hangi efendinin hanımıydım şu an, başımdaki kırmızı yazma beni kime ait kılıyordu ?
– Doktor hanım
– Evet burdayım, efendim?
– İnsan hiç kendi kanında ölür mü?
– Bu nasıl bir soru?
– Ya başka bir kanda ölür mü?
– Şu an bilinçli konuşmuyorsunuz, sizi hastaneye götürmek istiyorum.
– Peki bunu neden şimdiye kadar yapmadınız?
– Neyi?
….
18.01.23