Dizi&Filmİncelemeler

The Silence of the Lambs: Gerçeklerden Ne Kadar Uzağa Kaçabiliriz?

Filmimizin ilk sahnesinde bizi sisli bir havadaki ormanda yapayalnız bir şekilde koşan bir kadın karşılıyor. Ter içinde son sürat koşmaya devam eden bu kadın acaba bir şeyden mi kaçıyor ya da birinden? Bu korku filmlerinden aşina olduğumuz klasik bir sahnedir. Sona kalan ana karakter kendisini kovalayan katilden kaçarak yardım bulmaya çalışıyordur. Fakat sonraki sahnede gördüğümüz üzere Clarice aslında bir antrenman kampında, yani tehlikede değil. Ancak buna rağmen, diğer insanlar gruplar halinde çalışıyorken Clarice’in kendisini yalnız bir şekilde ormanın derinliklerine atması ve tabiri caizse “psikolojik bir sisten” geçmesi bir nevi karakterin ruh halini açıklıyor. Bu karakter aslında tehlikede olmasa da bir şeylerden kaçıyor: Çocukluk travmalarından. Böylelikle film daha ilk sahnesinden ana karakter hakkında birçok şeyi, yalnızca birkaç saniyede bize anlatmış oluyor ki çıkarımlarımız film tarafından doğrulanıyor. Clarice gerçekten de hâlâ çocukluk travmaları içerisinde kapana kısılmış ve kurtarmaya çalıştığı kuzu ile ormanda yalnız başına koştuğu günü üzerinden atamamış olmaktan acı çekmektedir.

Birçok eleştirmen için filmlerin en değerli kısmı başlangıcıdır çünkü filmin bağlamını ortaya serer, tıpkı bu örnekteki gibi. Birçok açıdan bakıldığında sinemayı en özgün yapan noktanın da bu olduğuna inanıyorum: Bir kitapta belki sayfalar alacak betimlemeleri birkaç saniyelik görsellikle anlatabilmek. Bu yüzden de bu tezimde, bu özgünlüğü hikayesinin merkezine oturtabilen bir filmin kendisini nasıl değerli kıldığını ele alacağım. Böylelikle de kendine özgü hikâye anlatımının yarattığı korkunun neden psikolojimizde daha uzun ömürlü olduğuna ve bu filmin sinematografisinin bizlerin ruhuna nasıl dokunduğunu değineceğim. The Silence of the Lambs filmi en sevdiğim ve içerik bakımından en dolu bulduğum filmlerden biri olduğu için üzerine konuşacağım konuları iki farklı yazıya bölmeye karar verdim. Bu yazımda filmin beyaz perdeye aktarılmadan öncesinde oluşturulan kısımlarına yani kullanılan teknikleriyle senaryo yazımına ve hikâyenin alt metninde aktarılan mesajlarına odaklanacağım.

İyi okumalar.

16 Dakikada Tüm Filmi Etkileyecek Sahneler

Anthony Hopkins’e En İyi Aktör ödülünü kazandıran Hannibal rolünün bu filmde yalnızca 16 dakika boyuna ekranda belirdiğini biliyor muydunuz? Fakat buna rağmen sanki karakterin filmde yer aldığı süre çok daha fazla gibi hissettiriyor. Senaryo: Senaryo Yazımının Temelleri adlı kitabında Syd Field der ki: “İyi filmleri iyi sahneler yaratır. Ve her bir sahne spesifik bir hikâyeyi anlatmak için ayrı bir yerdir.” Bu sözü filmin kalbine oturttuğumuzda Hannibal’ın gerçekten de nasıl tüm filmin seyrini etkilediğini görebiliyoruz. Çünkü kendisi ekranda bizzat belirmese de hakkında konuşulan, etrafındaki kişileri ve olayları etkileyen birisi. Bu sebepten ötürü özellikle Hannibal’ın ve Clarice’in baş başa olduğu sahneler, filmin akışını etkilemek bakımından çok değerli. Çünkü bu sahnelerde yalnızca karakterlerin etkileşimlerini izlemiyoruz, bir yandan da filmin ana hikayesine katkıda bulunuşlarına ve karakterlerinin gelişimlerine tanıklık ediyoruz. Üstelik bu sahnelerin takip ettikleri özel bir örüntüleri de var, bu örüntüyü oluşturan temel özellik ise karakterlerin aralarında güç mücadelesi yaratarak bilgi alışverişinde bulunması.

Çekişmeli geçen her sahnede Hannibal, yalnızca Clarice’i daha fazla tanımak karşılığında ona davada yardım etmeyi kabul ediyor. Böylelikle de hem her sahnenin gerilimi artıyor hem de karakterlerin kişilikleri derinleşiyor. Takip edilen bu örüntü aslında sinemada sık kullanılan bir teknik olduğundan belki size tanıdık gelebilir: Kuruluş-Yüzleşme-Çözülme tekniği. Aynı şekilde tiyatroda da kullanılan bu tekniğin aşamaları üç perde olarak aktarılır ve her bir aşamaya geçiş, radikal bir değişim içeren bir engelin atlatılmasıyla olur. Bir yandan da bu örüntü, doğası gereği filmin olay örgüsünün ilerlemesini sağlar.

Temel olarak bakacak olursak, bu karakterlerin doldurduğu her bir sahnenin kendine has bir “Kuruluş” aşaması var. İlk tanışma sahnelerinde Hannibal’ın korkutuculuğunun yarattığı bu beklenti kuruluş aşamasını doldursa da diğer sahnelerde karakterler çoktan birbirlerini tanıyor olduğundan kuruluş aşamasının odak noktası karakterlerin istekleri üzerine oluyor. Örneğin, üçüncü sahnelerinde Clarice söz konusu dava hakkında yardım isterken Hannibal ise karşılığında Clarice’in geçmişini öğrenmek istiyor: Quid Pro Quo. Bu yüzden de Clarice’in istediğini elde etmek için geçmesi gereken bir engel var: Hannibal’ın taleplerine boyun eğmek. Bir yandan da bu engelin neden bu kadar tehlikeli olduğunu biliyoruz çünkü tüm film boyunca Hannibal’ın kişilerin zihinleri üzerinde ne kadar güçlü bir etkisi olduğu hakkında uyarılıyoruz. Hatta öyle ki kendisi, yan hücredeki mahkûmu yalnızca konuşarak öldürebilmiş birisi. Bu noktada Clarice’in isteklerine ulaşması için bu engeli aşabilmesi lazım ki yaptığı bu fedakârlık da bizi ikinci aşamaya getiriyor: Yüzleşme.

Bir bakıma sahnenin gelişme sürecini içeren bu ikinci aşamada karakterler aralarında bilgi alışverişinde bulunuyor, yani Clarice kendi geçmişi hakkındaki bilgileri feda etmek karşılığında dava hakkında yardım alabiliyor. Fakat engeli aşabilmek için paylaşılan hatıraların miktarı ve acı vericiliği arttıkça gerilim de artıyor. Bu yüzden de karakterimizin, Hannibal’ın acı verici oyununu oynamaya devam etme seçiminde bulunması, yani bu kararlılığı göstermesi bizi son aşamaya getiriyor: Çözülme. Unutulmamalı ki bu sahnede Clarice kendi hakkında tüm bilgileri Hannibal ile tek bir seferde paylaşmadı, yalnızca yardım etmesini sağlayacak kadar yani onu tatmin edecek kadar konuşmaya razı oldu. Böylelikle, sahne en temel iki işlevini yerine getirmiş oldu: hikâyeyi ilerletmek ve karakterler hakkında bilgi paylaşmak.

Fakat daha da bilgilendirici olan noktalar ise karakterlerin seçimlerinde yatıyor. Çünkü Clarice istediğini elde etmek için kendini bir suçluya karşı savunmasız bırakmayı, konfor bölgesini feragat etmeyi göze alıyor. Öte yandan, Hannibal ise kendisine verilen özgürlük teklifini incelemek yerine Clarice’i tanımayı daha ilgi çekici buluyor. Bu yüzden de sahne karakterleri derinleştirdiği gibi hikâyeyi de ilerletmiş oluyor çünkü Clarice davaya devam edebilmek için yeni bir ipucu elde etmiş oluyor. Sonuç olarak, sahnenin üçüncü aşamasında hem karakterler amacına ulaşmış hem kişilikleri derinleşmiş hem de hikâye ilerlemiş oluyor. Böylelikle de film gerçekçi bir korku ve gerilim hissini, detektiflik işleriyle birleştirerek adeta bir psikiyatri seansı tadında veriyor ki bu da bizim gerginliğimizi ve filme pür dikkat kilitlenmiş olmamızı asla kaybetmememizi sağlıyor.

Tıpkı bu örnekteki gibi filmde gerçekleşen her Hannibal ve Clarice yüzleşmesi kendi içerisinde özerk bir hikâyeye sahip. Ve bu hikâyelerde de hep isteklerine ulaşmak için aralarında bir mücadele var. Böylelikle üç aşamalı her bir sahne, ana hikâyeyi yani Clarice’in kuzularını sessizliğe gömmesindeki yolculuğunu bir sonraki aşamasına getiriyor.

Dönüşüm Ne Pahasına Olmalı?

Filmde acı dolu geçmişinden etkilenerek bir değişim yolculuğuna çıkan tek kompleks karakter Clarice değil. Özellikle de şahsi kimlik ve dönüşüm gibi semboller ele alındığında şüphesizdir ki Buffalo Bill karakteri öne çıkıyor. Ted Levine’in harika oyunculuğu sayesinde Buffalo Bill ekranda ilk belirdiği andan itibaren korkutucu asosyal davranışları ile bizi etkilemeyi zaten başarıyor. Fakat yüzeyden biraz daha derine kazınca, karakteri değerli kılan başka noktalar da görebiliyoruz. Belki kendisinin hedeflediği dönüşüm, Clarice ile benzerlik gösterse de başvurdukları yöntemler ve sebepleri farklılık gösteriyor. Bu bakımdan benim en etkileyici bulduğum noktalar, karakterin geçmişi hakkında öğrendiklerimiz ve diğer karakterlerle kurduğu benzerliklerdir. Bir korku filminde birden fazla seri katile sahip olmak oldukça olağan dışı bir durum, hele ki bu seri katillerden biri diğerini yakalamak için polise yardım ediyorsa. Bu yüzden de Buffalo Bill’in diğer karakterler ile olan ilişkisine ilk olarak buradan girmek istiyorum. Hannibal’ın duygusuz ve hesaplı davranışları karşılığında bir de Buffalo Bill’i ele alalım.

Filmin ilk başlarında bizzat Hannibal tarafından öğrendiğimiz üzere Buffalo Bill bir katil olarak doğan birisi değil. Yıllar boyu süren sistematik terör ve baskı ile olduğu kişiye dönüştürülmüş birisi. Burada filmin dolaylı olarak bir bakıma yaptığı bir eleştiri var ki adeta toplumda katiller yaratan bu sistematik terörün sebebini Amerikan Rüyası kültürüne bağlıyor. Bu çıkarıma destek olan birçok kanıt var. Öncelikle, katilin takma adı aynı isme sahip olan bir Amerikan askerinden geliyor. Öte yandan, film boyunca birçok farklı sahnede Amerikan bayrağına denk geliyoruz, Hannibal öldürdüğü polislerden birini bir kartala benzeyecek şekilde kollarını açarak hücreye asıyor ve asmak için bir Amerikan bayrağını kullanıyor. Son olarak da katilin evini gördüğümüz bazı sahnelerde Amerikan ordusunun askeri propagandalarını içeren afişlerle karşılaşıyoruz. Üstelik bayrak olmayan sahnelerde dahi filmin sık sık kullandığı renk tercihleri kırmızı, beyaz ve mavi renkleri oluyor. Bu hâli ile katil, sıkı çalıştığı sürece hayallerine ulaşacağı inancıyla yozlaşmış olduğu bariz olan bir karakter.

Üstelik unutulmamalıdır ki bu karakter amellerine ulaşmak için direkt cinayete sarılan birisi değil. Bu semboller ile karşılaşırken filmin bir yandan bizlere anlattığı bir mesaj var ki karakter, kendi kişiliğinden nefret ettiği noktada cinayete teşebbüs etmeden önce yasal yollarla bir çözümünü aramış ve transseksüel olduğuna inanarak hastanelere ameliyat için başvuruda bulunmuş birisi. Yani bir bakıma, Hannibal’ın aksine bariz bir şekilde duygulara sahip olan, filmin daha insansı katili kendisi. Bunu filmde bizzat kendisinden de görebiliyoruz. Senatörün kızı kendisi tarafından kaçırılınca haberlere kaçırılan kızın çocukluk fotoğrafları konularak Buffalo Bill’e karşı duygusal bir saldırı düzenlenmeye çalışılıyor. Planlanan şey ise şu, eğer katil kurbanına karşı empati gösterirse ve onu bir canlı olarak algılarsa, canına kıyması zorlaşır.

Bunun etkisi vurgulanmak istenmiş olmalı ki bir sonraki sahnede, bu sebepten ötürü Buffalo Bill’in kaçırdığı kıza emirler verirken kurbanına hep üçüncü şahıs üzerinden seslenerek konuştuğunu görüyoruz. Kurbanına hitap ederken: “Kendisi kremi üzerine sürecek” şeklinde konuşarak, ona “sen” diye seslenmeyerek, empati kurmayı engellemeye ve kurbanını kendi kafasında insanlıktan çıkarmaya çalışıyor. Böylelikle kendi arzuları için onun canını almak kolaylaşacak. Burası değerli çünkü bu noktada kaçırdığı kızın göz yaşları içerisinde annesini görmek istediğini söylediği anda birkaç saniyeliğine de olsa ağlayacak gibi olduğunu ve kendini zor tuttuğunu görüyoruz. Her ne kadar amellerine ulaşmak için cani metotlara başvursa da kendisi de kurbanlarının üzüntüsünü hissedebiliyor.

Ancak hemen ardından yüzünü toparlayıp, yaşadığı empatiden kurtulmak adına duygularını yüzünden siliyor ve kurbanıyla dalga geçmeye başlıyor. Ve böylelikle bizi korkutan katil Buffalo Bill geri gelmiş oluyor. Bu haliyle sahneyi çok etkileyici buluyorum. Karakterin kişiliği ve dengesiz doğası birkaç saniye içerisinde anlatılmış oluyor. Bu sahnedeki delirmiş davranışlarını, Hannibal’ın bahsettiği baskı dolu geçmişini ve köpeğinin kuyuya düştüğünü fark ettiği anda gösterdiği kırılgan doğasını birleştirdiğimizde karakterin kişiliği tıpkı tamamlanmış bir yapbozdaki resim gibi belirginleşiyor. Buffalo Bill veya gerçek adıyla James, yıllarca yaşadığı baskılardan ötürü kendi kişiliğinden nefret eden birisi. Ve kendi sapkın kafasında bu nefreti maskülinite ve erkeklik ile bağdaştırmış birisi. Sonuç olarak da bu durumun kendisini bir transseksüel yaptığına inanıyor ve kişiliğinde radikal bir değişim yapması gerektiğini hissediyor.

Bir yandan da Hannibal’ın tıpkı Clarice’e sık sık dediği gibi James, etrafındaki kadınların mutluluğunu da kıskanıyor. Ve daha da önemlisi onların mutluluğunun feminen kimlikleri ile bağlantılı olduğunu düşünüyor. Bu yüzden de bir kadına dönüşüp, feminen bir doğaya sahip olarak mutluluğa varabileceğine inanıyor. Ancak sahip olduğu psikolojik profilden ötürü hastaneler onu bir transseksüel olarak kabul etmeyince, kırılgan doğası onu, aradığı “dönüşümü” kendi metotları ile elde etmeye itiyor. Tıpkı bir kelebeğin kozasından güzelliğe vararak çıkması gibi kurbanlarının derilerinden kendisine yeni bir vücut yapmaya çalışan James, bu noktada arzuladığı dönüşüm ile Clarice’e çok büyük bir benzerlik gösteriyor. Clarice’in arzuladığı dönüşüm için bulduğu yöntem, hayatını asla güçsüz hissetmeyeceği bir şekilde şekillendirmekti, yani polis akademisine katılmak. Fakat James’in arzuladığı değişim daha fiziksel bir boyutta olduğu için bunu insan derisinden yapılan bir dikiş ile çözüyor.

Bu noktada karakterlerin geçirdikleri sürece yönelik bir ekleme yapmak isterim. Her ne kadar kelebek Batı temelli inançlardan gelen yeniden doğuş ve güzellik gibi temalarla bağlantılı olmasıyla tanınsa da Doğu inançlarında bu durum tam tersidir. Mesafeli ve soğukkanlı hatta asosyal bir canlı olarak görülür çünkü yeniden doğuşunda ebeveynleri ile asla karşılaşmadığı gibi yaşamında başka bir canlıya da bel bağlamaz ve derin bir ilişki kuramaz, tıpkı James ve Clarice gibi. Tabii aralarındaki net bir zıtlık var ki Bill, yanlış amaçlar için yanlış bir şekilde dönüşüm geçirmeye çalışan bir kelebek.

Bu noktada, duygusal derinliğe sahip bu katilimizi ele aldığımızda benim vardığım mesaj şu oluyor: Hannibal Lecter, canavarların insan olabileceğini gösteriyor. Buffalo Bill ise insanların canavar olabileceğini.

Bazı Gerçekleri Bünyemizden Atamayız

Film, alışık olduğumuzun dışında deneyimler sunma konusunda oldukça başarılı. Ancak bunu yalnızca geleneksel korku filmlerindeki stereotiplere laf ederek yapmıyor. Asıl önemlisi, bu filmimiz insanları içsel olarak korku filmlerine iten en temel deneyimi bozuyor: Katarsis (Catharsis)

Korku filmlerini ve seri katil hikayelerini ilgi çekici bulmamızın sebebi olarak en çok kabul gören düşüncelerden birisi katarsistir. İlk olarak Aristoteles’in Poetika adlı eserinde kullanılan bu Yunanca terimin anlamı “arınmak” demektir. Aristoteles’in gözlemlerine göre, Antik Yunanistan’da insanların ihanet ve cinayet gibi temalar içeren trajik tiyatro oyunlarını ilgi çekici bulmasının sebebi buydu. Çünkü amfiteatrın basamaklarında, sinemanın koltuklarında veya evimizin konforu eşliğinde birkaç saatliğine yoğun derecede korku ve adrenalin deneyimlediğimizde, bu duyguları bünyemizden atmak için bizlere zararsız ve güvenli bir yol sunulmuş oluyor. Böylelikle bir nevi, medeni doğamız için negatif görülebilen duyguları güvenli bir ortamda deneyimleyip atıyor ve gündelik hayatımıza onlardan “arınmış” olarak dönme şansını elde ediyoruz. Fakat sizlere sorum şu: Bu filmden çıktığınızda arınmış mı hissettiniz, yoksa toplumda Hannibal gibi kişilerin aranızda geziyor olduğunun hatırlatılmış olması sizi daha mı çok gerdi?

Üstelik yalnızca filmin sonu değil fakat tamamını ele alacak olursak tüm işleyişinde katarsis duygusuna ters düşecek noktalar ile karşılaşabiliriz. Çünkü katarsisi deneyimleyebilmek için açık bir şekilde korku ögeleriyle yüzleşmemiz gerekir ki söz konusu filmimiz da tam olarak burada farkını ortaya koyuyor. Film bizi korkutmak için hiç direkt yollara başvurmuyor, hatta hikâye anlatım şeklinden ötürü her zaman ne olacağını tam olarak biliyoruz. Buffalo Bill’in deri kıyafetini giydiğini veya diktiğini görmeden önce bize bu anlatılıyor. Hannibal gardiyanları öldürmeden önce hücresinde buna hazırlanışını görüyoruz.

Clarice, Buffalo Bill ile ilk kez tanışmadan önce biz çoktan onu görmüş ve nasıl gözüktüğünü biliyor oluyoruz. Dolayısıyla film bizi asla savunmasız yakalayarak korkutmuyor veya korkudan zıplamamıza sebep olmuyor ancak bir yandan da bize tatmin edici sonlar vermekten de kaçınıyor. Örneğin, Buffalo Bill’in kaçırdığı kadının eve döndüğünü hiç görmüyoruz. Ve her ne kadar katilin vurulduğunu bilsek de bu bize dünyanın artık daha güvenli bir yer olduğunu hissettirmiyor. Çünkü filmin sonunda çok daha tehlikeli birisi olan Hannibal’ın özgürce yürüdüğünü ve insanların arasına karışmış olduğunu görüyoruz.

Tam da bu sebepten ötürü, filmin bitişiyle birlikte bizde bıraktığı duygu, gerçek bir korku ve dünyevi hayatımıza yönelik gerçek bir endişe oluyor ki bu da herhangi bir korku filminde hissettiğimiz terörden daha uzun ömürlü ve daha vurucu oluyor. Bu yüzden de filmin kendisine has olarak verdiği mesaj, hissettirdiği gerçekler kadar açık: Cinayet, ölüm ve psikopatlık gibi temalar, film ekranında deneyimlenip arındırılması gereken değil, gerçek hayatta yüzleşilmesi ve çözülmesi için endişe duyulması gereken sorunlardır. Çünkü unutmayın, Hannibal gibiler aramızda yürüyor.

Efe Ayan

Başta edebiyat olmak üzere bilumum sosyal bilimlere ilgilidir. Eğer kedi severek dizi veya film eleştirmiyorsa kendisini @efelaruse olarak sosyal medyada bulabilirsiniz.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu