
İstanbul’dan yakın bir eşrafımla hasbi hâlleşiyoruz. Tutturdu yazı yazacaksın. Dedim ben ne anlarım yazı işlerinden. Neymiş şiirler yazarmışım, kulağına gelirmiş, illa yazı da yazacakmışım. E canım nazımla, nesir bir mi? Bir de nesre davet buyurduğu yetmezmişcesine “Sevgi” üzerine yazacakmışım. “Hadi oradan!” dedim önce, bana mı kalmış yahu. Hem millet bıkmış artık sevgiden; sevgi aşağı, sevgi yukarı. İki boş lakırdıya lokale uğrarsın; tak radyoda bir şarkı: “Seviyorum seniiii” hem de çeşit çeşidi. Sahilden geçersin, yanında hoşça bir kadın, çingene bağırır da durur: “A be alasın sevdiceğine bir gül.”
E abla bi’ dur, bi’ dur hele daha o bilmiyor, sen nereden bildin. Benim talebelere arada ödev veriyorum serbest konulu makale yazın diye. Daha el kadar çocuklar sevgi de sevgi.
Su içmeyi nasıl biliyorsa insan sevgiyi de öyle biliyor, ben şimdi nasıl anlatayım okuyucuya sevgi şöyledir, sevgi böyledir. Benden önce bu lakırdıyı etmiş milyon tanesiyle tekrara düşmeyi bırak; sana su içmeyi insanlara anlat desem aynı derece abesle iştigal. Neyse sonunda mübalağayı da sızlanmayı da bıraktım. Bizim fenciye sordum. Semih hoca bilgili adamdır hakkaniyeti var, ta 89’da Boğaziçi’nden mezun olmuş. Dedim “Hocam ne oluyor yani, nedir bu açlık, bu ihtiyaç mıdır, zevk midir, ahlak mıdır?”
“Yok hocam, bu konuya biraz daha geniş perspektiften bakmamız lazım.” deyip bir başladı. Anlattı da anlattı, anlattı da anlattı. Yok evrimsel olarak şöylede, yok vücut şu hormonları şey edermiş de, yok anneye duyulan şeymiş de hanıma duyulan başka şeymiş. Öğlen vakti başladı, lanet de okunmaz ama, lanet olsun dersi de yokmuş mesai çıkışına kadar. Hoca yorulmaz mısın? Hoca bugünü mü bekledin? Hoca tamam Allah belamı vereydi de sormayaydım! Herifle aramıza mesafe giriyor, bağırarak anlatmaya devam ediyor. Neyse ki bir yerde ses fen bilgisi sınırlarına ulaştı da kulak zarıma ulaşmayı bıraktı. Biz de sevgi nedir duyup geldik bu yaşa kadar ama asıl sorun zaten kısa öz ifadesi ya, kafam zaten karışıktı şimdi iyicene çorba oldu.
Nihayet eve vardım. Dedim şimdi güzelcene bir dinlenirim, oturur karalarım iyi kötü bir şeyler, maksat gönlü olsun ahbabın. Kapıyı açtım anahtarla, içeri girdim. Hanım ellerinde tabak “Heh, bizimki de geldi” dedi. Ne oluyor demeye kalmadan, odanın köşesini döndüm birden ne göreyim, bizim Çubuk’tan Veysi. “Vay!” dedim “Aslanım, sen nerelerdesin, gel buraya. Nasıl özlemişim ya. Ben Çankaya’ya atandım atanalı görüşemedik, bir ara numaran silindi. Face’ten ekledim, geri eklememişsin.”. “Abi ne bileyim bakmıyoruz ki bile, işten güçten başımızı kaldırdığımız mı var. Ben de çok özlemişim, gel bir sarılayım” dedi. “E özlersin tabi, çocukluğumuz beraber geçti dile kolay, sonra askerlikti, iş güç. Ulan Veysi ya! Gel bir daha sarılacağım.” derken birden duraksadım. Aha, dedim. Aha buldum. Bundan daha kısa bir tanımı Temel Britannica da bile bulamazsın. Sevgi Veysi’dir. Az ya da çok hatıralarımın anlamlandırdığı bir etki, içimdeki coşku ateşini böylesine yakıyorsa ben bu şeye sevgi derim. Bilmem başka ne kadar tanımı vardır, kim bilir? Benim dilim buncasına döndü. En iyisi siz de bir şeylere sevgi deyin, zaten çok karardı ensemiz bu çağda; savaş ektik, yoksulluk ektik, çile ektik, şu köşeye de biraz sevgi ekelim.
Hikayenin başlarında sevginin Veysi çıkacağı aklımın ucuna bile gelmezdi. Ama ne bekliyordum bilmiyorum, sanırım bunca zaman hep Fenci’nin anlattığı gibi dinledik ya bir garipsedim. Hâlbuki evet, sevgi Veysi’den başka bir şey olamazdı. 👌👏