Dolapların içini temizlerken eski albümler çıktı karşıma. Köklü temizliğin şanındandır; elimdeki bezi bırakıp albüm karıştırmaya başladım. Yıllar kimi siyah beyaz, kimi renkli kağıtların üstünde elimden geçiyor. Annemlerin evliliklerinin ilk yılları, abimlerin müsamere fotoğrafları, ablamın nakış kursundan kalma kıyafet defileleri.. Hepsi önümde, bakışıyoruz öyle. Ama beni acı da olsa gülümseten içimdeki özlemi harlayan köydeki evimizin bahçesinde çekilmiş olan fotoğraf oluyor.
Muhtemelen birinci sınıfa gidiyorum. Belli ki güzel bir bahar günü; ağaçlar yenice meyveye durmuş, hava pırıl pırıl. Ablam ağaçların altında diz çökmüş, her zamanki içten gülümsemesi ile poz veriyor. Arkada hala kızım Fadimana Ablam salıncakta sallıyor beni. Bana göre hayatımın en güzel yılları…
Çocukluğa özlem deyince ilk aklıma gelen yıllar. Kocaman bir bahçemiz vardı. Rahmetli dedem “Kıyamet kopuyor dahi olsa ağaç dikiniz.” Hadis-i Şerif’i mucibince çeşit çeşit ağaçlarla doldurmuş her yeri.
Ben en çok bahçe kapısının karşısındaki erik ağacını severdim. Üst dallardaki meyvelere çok imrenir, ama tırmanmaya da çok korkardım. Annem; “Ya düşmekten korkarsın ve kuşların meyvelere dadanmasını izlersin ya da cesaret eder meyvelerin tadına bakarsın.” demişti. Sanırım beni böyle yüreklendirirken eğer ağaçtan düşersem canımın ne kadar acıyacağını hesap etmişti. Çünkü yıllar sonra yani bugün çocuklarımı ağaca tırmanmaya teşvik ederken en alçak dalların önünde aynı cümleleri kuruyorum aynı hesapla. Tabi onlar bu hesabı bilmiyorlar. Henüz…
Sonunda cesaret edip çıktım o ağaca. Kaç defa düştüm kaç defa ağladım ama meyveleri de kuşlara bırakmadım. Bir diğer sevdiğim ağaç ise arka bahçedeki badem ağacıydı. Bademin önce çağla olarak yendiğini ben ilk o bahçede öğrendim. Kocaman upuzun bir ağaçtı. Gerçekten o kadar uzun muydu yoksa benim küçük dünyam için mi fazla büyüktü şimdi net hatırlamıyorum. Gövdesinde portakal büyüklüğünde bir oyuk vardı. Çok korkmakla beraber orada tavşan ya da sincapların yaşadığını hayal ederdim. Ağaca yaklaştığımda sesli sesli konuşurdum ki eğer oradalarsa karşıma çıkıp beni de kendilerine korkutmasınlar.
Önceki yaşadığımız şehirde Sultaniye üzüm denilen çekirdeksiz sarı üzümleri yerdim hep. Meğerse üzümün siyahı da varmış. Dut meyvesi ile yine o bahçede tanıştım mesela. İlk gördüğümde çok şaşırmıştım. Üzüm desen üzüm değil erik desen erik değil. Ama ne güzel tadı vardı.
Karşılıklı dikilmiş dört tane elma ağacımız vardı. Elması çok ekşiydi yiyemezdim hiç. Kış elması derlermiş ona. Ama yazın öyle güzel olurdu ki yazın o kavurucu sıcağında gölgesinde serinlerdik. O ağaçların altı bizim için tam bir oyun alanıydı. Hala kızlarım Hasibe ve Dilek’le oyuncaklarımızı döker uyuyakalıncaya kadar ya da ablam yeni denediği bir keki bize getirince kadar saatlerce oyun oynardık altında. Biz hiç kavga etmez miydik yoksa beynim bana güzel bir oyun mu oynuyor bilmiyorum ama mutlu mutlu oynadığımızı, samimi kahkahalarımızı hatırlıyorum hep.
Sonra aradan yıllar geçti. Abim yurt dışına gitti kendi hayatını kurmaya. Havaalanında emniyet şeridine dayanmış ağladığımı çok net görüyorum. Sonrasında bir hafta hasta yatmıştım. Ondan kısa bir süre sonra da ablam uçtu yuvamızdan. Kına yakılırken ellerine ben yine ateşli yatıyordum. “Gitmeyin” diyemediğim için bedenim böyle tepki veriyordu belki de. Sanırım dedem de kaldıramamıştı bu gidişleri. Yaşlı kalbi yorulmuş olacak ki çok geçmeden o da gitti ebedi istirahatgahına. Babam, annem, abim ve ben kalmıştık koca bahçede. Köyde bizi bağlayan bir şey kalmayınca geldiğimiz şehre geri dönmüştük. Kalmamış mıydı gerçekten? Kalmamış olacak ki yıllar sonra dönmüştük tekrar ziyarete.
Fotoğrafa bakarken şimdiki hali düşüyor aklıma. Ne erik ağacı kalmıştı ne küçük abimin diktiği ve bizimle beraber büyüyen kavak ağaçları ne de evimiz. Kocaman, bomboş bir alan vardı şimdi geriye kalan, sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi. Demek ki gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüz değildi. Anlıyorum ki nağmeler yalan söylüyordu.