Baharların en çok sonuncusunu severdim. Aylardan en çok Kasımı. Yağmurların yağışını severdim, şehrin sesinin yavaş yavaş kısılışını. Güneşin batışını severdim, günün geceye yavaş yavaş sızışını. Ve ne zaman gelse sonbahar, hep bir aşk uğruna feda ederdim hayatımı. Göz göre göre, yorgun argın, uçtan uca.
En olmadık zamanlarımızdan biriydi belki. İkimizin de yaraları taze, ikimiz de gurbette birer zede. İkimiz de koparılmış evinden, ikimiz de şikayetçi halinden. İkimizin de kırılmış hayali ve ikimiz de önceleri, birbirimize iki yabancı misali.
Rüzgarın çölüne ulaşmasının, yağmurun deniziyle buluşmasının, geminin limana yanaşmasının ve yolcunun bekleyeniyle kavuşmasının, iki ruhun bir araya gelip birbiriyle karışmasının hikayesiydi bu. İki ruh… Öyle yanmış iki ruhtu ki artık yakamazdı, o kadar yalnızdı ki, çekip kapıyı çıkamazdı. Öyle acımıştı ki, artık acıtamazdı. Öylece bırakılmıştı, öylece bırakamazdı. Önce o bana baktı, sonra ben ona. Gözlerim kaçtı gözlerinden, o tuttu yakaladı. Bırak, yapma dedi dilim, o öylesine ısrarcı. Okul servisinde yan yana, aynı camdan baktık dışarı ve sonrasında her an beraberdik gün aşırı.
Kalp şeklinde bir yaprak bıraktı avucuma bir gün. Hava usuldan başlamış soğumaya, altımda mavi, Mickey’li bir pijama, yaslanmışız mahallede bir istinat duvarına. Bu ne dedim. Dedi ki bu senin, dedi ki seninim, dedi ki seni buldum, dedi ki o sensin. Tüm yıllar, bütün yıllar, tüm yaşananlar, bütün yaşananlar, bir bir eskiyip döküldü, tüm karanlık yüzünü aydınlığa bürüdü, koca şehir bir an için alev aldı ve sonra yeniden söndü. Kalbini aldım, kalbime koydum. Kalbimi aldı kalbine koydu. O andan sonra düşmeyim diye kollayan oydu, düştüğümde kaldıran oydu, koynuna alıp saran, her acımı sarmalayan oydu. Onca tükenmişlikten sonra yeniden kendimi sevdiren bana, bana her şeyi öğreten, beni büyütüp, yetiştiren oydu.
Aynı gün ve aynı saat, aynı sıra ve aynı ders, aynı sınav ve aynı stres… Aynı sandviç kantinden aldığımız, aynı bank soluklandığımız teneffüste, aynı park lafladığımız… Aynı yıldızlar saydığımız, aynı gökyüzü baktığımız… Aynı hayattı paylaştığımız. Acı aynı acı katlandığımız. Ve aynı sevda birlikte gülüp ağladığımız, birlikte uyuduğumuz ve birlikte uyandığımız…
Yine günlerden bir gün, yağmur öyle yağarken sağanak. Semtin orta yerinde sakin bir vadi, kırık bir şemsiyenin altında koştururken şans eseri bulmuştuk bir sığınak, boş bir kulübe, öyle pek de bir yer değil uğrak. Bir şişe kırmızı şarap elimizde, cebimizde tek bir çakmak, alçaktı bulutlar, burnumuz da bir çam kokusu, çimenlerse ıslak. Bakmıştım hayat çizgimize çoktan. Görünürde uzaktı yol ayrımı, görünürde yoktu sapak. Ne bir engel önümüzde, ne bir tuzak, ne bir yasak. Hissetmiştim, yalnızca birbirimiz değerdik olmaya birbirimizin, bu yüzden kalmıştı birbirimiz olmaya ramak.
Uzunca bir yol vardı önümde beni ona götüren. Mevsim yaz. Geçilen her şerit beni Leyla’ya çeviren. Kavuşunca ilk iş kayalıklara sürdüren. Gece geç bir vakit bizi denizlerde yüzdüren. Menüde deniz börülcesi ve kırmızı biber dolması annesinin elinden, balkonda ılık bir meltem yüzümüzden sekip saçlarımızda gezinen. Bir sigara dumanı çektim içime, keyfi öyle yerinde, huzuru nefesimden ciğerlerime estiren.
Zamanlardan yılbaşı, ödünç aldığım kırmızı bir elbise üstümde arkadaştan. Nasıl tedirgindim bir şey dökerim üstüne diye telaştan. Ayağımda uzun siyah çizmelerim, içimde bir deprem sarsıntısı heyecandan. Ve özellikle özenmişim, silip tekrar sürmüşüm ruju yeni baştan. Mekandan içeri girip oturduk, çalgıların telinde bir şarkı, sevemedim kara gözlüm, uzaktan. Elleri ellerimde kilitli, gözlerimde gözlerini eritti ve bir bir akıttı dudaklarından kalbime nakaratın sözlerini. Biraz mey, biraz meze, biraz balık masada, ortamda hınca hınç bir kalabalık, gecenin kalanıysa akıllarda muamma.
Uyuyakalmışım bir gece, öylece yatakta savruk. Gözlerimi araladım hafiften, odada loş bir lamba, başucumda ikili bir koltuk. Saatlerce oturmuş öyle, gözleri üstümde, elinde bir bardak viski yolluk. Bana baktı, gülümsedi. Gülümsemesinde içli bir hoşluk, beni izleyip durmuş meğer, içim öyle bir buruk, içimde öyle sisli bir boşluk.
Ne masummuşuz düşünüyorum da… Biz bize, gözlerden uzak, karanlık bir sinemada, ucuza kapattığımız iki gümüş yüzük, kaderimizi bağlayan, parmağımızda. İzlenmemiş filmler, kalan sadece bir kaç replik hafızada. Hatırlıyorum bir gün satranç oynarken onun filini yemiştim atımla. Tek bir kelime söylemedi, meselesi yoktu kazanmak ve kaybetmek konusunda şansıyla. Şansı bizdik birbirimizin, biz çoktan aşina olmuştuk kazanmaya.
Oysa şimdi düşünüyorum da tüm bunları hatırladıkça. Onu anımsatmasıymış meğer en kötü yanı, oturmanın bir evde sahip Atakule’li manzaraya. Unutulmasına imkan vermeyen bir imkansızlık haliymiş umarsızca. Derme çatma bir yalnızlığın içinde iki oda bir salon umutlarım ve arada bir yoklayan inme isteği yine onun sıcak sularına.
Garip. Meğer insan eksik kalınca birinden, ne çok şeyin çekermiş özlemini. Mesela gelse yine şimdi, acıksak beraber, salatanın suyuna bansak ekmekleri, sıkılıp küçük çocuklar gibi oyun hamurundan şekiller çıkarsak, doldurup küveti saatlerce ıslak kalsak… Benim ayaklarım üşüse, o ısıtsa. Sancılansam karnını dayasa sırtıma, uzanıp yanımda şarkılar mırıldansa…
Lakin olmazmış. Erken çökermiş ayrılık kimi zaman kimi sevdalara. Geride bir yoksunluk hali ona benzeyen simalara. Uzun zaman perhizdeydi kalbim belki bir gün çıkıp gelir umuduyla. Kimseye çarpmadı eli, kimseyi koymadı yamacına, kimseyi görmedi gözü, kapılmadı fiyakasına. Ama o da zaten gelmedi, meyilliydi bırakmaya hasret kendine yıllarca.
Usta olmayınca, onaramayınca, yoklayıp koyduğun yerde bulamayınca, küçük bir şişeden kalanını koklayıp doyamayınca, veripte alamayınca ve arayıpta ulaşamayınca… Sorar oluyormuş insan neydi geçerli sebep onca gözyaşı ve onca yangına. Cevap basitmiş oysaki ne ben Leyla’ymışım ne de o Mecnunmuş vazgeçmeyecek ömrü pahasına. Yinede asla bilmeyeceğim onun için hangi ihtimal olası, nasıl ilerler hikayenin dahası, kimde bıraktığını gözlerinin karasını. Oda asla bilmeyecek, yetim bir oyuncak ayının çaresiz yazgısını, Nil’in karşısında bekleyen dişi aslanın kaygısını, onun için özenle seçilip alınmış bir iç çamaşırını sıradan bir günde giymenin acısını. Sonsuza dek, sonsuzca, sonsuza…
Bir Yorum