EdebiyatHikayeKitap

Sessizlik Yemini/ Bölüm-1

 

28.10.2014

Bana ait zannettiğim şeylerin benim olmadığını anladım. Bilmiyorum, yani yaşıyorum ama can benim değil, ispatı da ölüm. Bir telefonum var, eski bir model ama o da bana ait değil. Yarın bir gün denize, göle, lağıma düşebilir ve artık benim olmaz ya da bir yerde unuturum, çalınır…Yine benim olmaz. Bizim olmayan şeyler için ne çok sahipleniyoruz hayatı. Bir ev alıyoruz, araba alıyoruz, evleniyoruz… Ama hiçbiri bizim değil. Ölünce ev çocuklarımıza miras kalır en iyi durumda. Yani sonsuza kadar bizim olan dünyevi hiçbir şey yok, ruhumuzdan başka. Bu yüzden ne diyor Hugo; Bedenleri ve görüntüleri sevmekten vazgeçin. Çünkü ölüm her şeyi yok edecek, ruhları sevmeyi deneyin.

Ben susmaya başladığımda henüz gençtim, 17 yaşında, hayatımın en güzel yıllarını geçiriyordum. Aslına bakılırsa suskunluğumun nedeni ufak bir şeyden ötürüydü veyahut ben artık bazı şeyleri kaldıramıyordum. Kendi kendimi sorgulamak istemiyorum. Çünkü ben de bir insandım bir zamanlar, benim de hayattan beklentilerim, umutlarım, sevinçlerim, hayallerim vardı ama bunlardan çok olmayacak olan beklentilerim, ihtimalsiz umutlarım, yarım kalmış sevinçlerim ve yıkılmış hayallerim vardı.

Benim adım Agah Kıymetbilen, 20 yaşındayım. Bu sayfa günlüğümün ilk sayfası.

Bugün her zaman olduğu gibi işe gittim. Bu şehirden nefret ediyorum. Buraya nasıl geldiğimi de bilmiyorum zaten. Annem okumaya şehir dışına göndermişti beni. Annem dedim de bak aklıma geldi. Annem pek çok severdi beni, çok severdi hem de, bir sözü vardı, hep söylerdi, derdi ki; “Asla kim olduğunu, nereden geldiğini, adını unutma! İnsan bunları unutursa kim olduğunu da unutur. Bir insanın geçmişi asla o kişiyi tanımlamaz, geçmişte kötü şeyler yapmış insanlar için her zaman bir umudun olsun. Kimse dışlanacak ve yalnız bırakılacak kadar adi değildir.” Annemi severdim, severdim diyorsam hala severim, ama her konuda hemfikir olamam onunla zira insan yedisinde neyse yetmişinde de odur. Kendimi ele almak istiyorum. Ben küçükken de karamsar, mutsuz ve sevinçsiz bir insandım, bilmiyorum, belki de kötü bir çocukluk geçirdim, iyi olduğu da söylenemez. Her neyse gel gelelim neden günlük tutma ihtiyacı hissettim? Aslında günlük tutmasını pek bilmem, beceremem de zaten ama neden tutuyorum? Tutuyorum çünkü konuşmayınca insan kendini ifade etmek istiyor herhangi bir şekilde. Konuşabilirim, evet bunu yapabilirim ama yapmak istemiyorum, istemiyorum çünkü ne zaman konuşmaya kalksam, heveslerimden, inançlarımdan, hoşlandığım şeylerden, hedeflerimden veya güzelliklerimden bahsetsem insanlar hemen bu görüşlerimi yıkmaya çalışıyor. Hayır anlayamıyorum, herkesle aynı görüşe sahip olmam mı gerekiyor? İnsanlara sarı güzel geliyor diye mavi bana çirkin mi gelmeli? Ya da benim inançlarım onlarınki ile aynı değil diye dışlanmalı mıyım? Neden birbirimizin farklılıklarını kabul etmiyor ve bununla yaşamıyoruz? Babamı çok sevmem ama bir sözü var; “Farklılıklar güzellikler yaratır.” diye. En çok kullandığı diğer söz de ‘’Mukadder rakımı getir!” Yani güzel bir aileye sahibim. İş, iş demişken yerel bir gazete de çalışıyorum. Basım, tasarım… Çok kazandığımı söyleyemem ama idare ediyorum. Bugünlük bu kadar yeter, filmlerde olduğu gibi bitirmek istiyorum. Sevgili günlük, bugün de hiçbir şey değişmedi ve hayatım yine bütün sefaletiyle devam ediyor. Yarın görüşmemek üzere.

Agah bunları yazarken hiçbir şey hissetmemişti. Hayatı, yaşamayı ne kadar çok sevmiyor olsa da içinde annesinin aşıldığı umut her zaman kendini koruyordu. Agahın halen bir şeyler için umut beslemesi güzel şeydi doğrusu ama konuşmaması annesini çok mahvediyordu. Kadıncağız her gün Agahı arar ve cevap gelmeyeceğini bilse de “Nasılsın?” diye sorardı. Agah her zaman olduğu gibi o sabah yatağından kalktı ve bir küfür savurdu, uyandığına şükür etmesi gerekirken lanet ediyordu. Böyle bir insana acınır doğrusu. Her sabah uyandığına lanet eden ama her şeye rağmen, her şey için içinde umut besleyen bir insan. Böylesine sadece acınır. Yalnız yaşıyor olması da mahvediyordu onu. Yalnızdı yalnız olmasına ama her şeyin en iyisini beklemiyordu zaten. Kalktı, tuvalete girdi, bir su koydu ve telefon çaldı. Arayan annesi olmasına rağmen “Konuşmadığımı biliyor, yorulmuyor mu, üzülmüyor mu her gün beni aramaktan? Cevap gelmeyeceğini bile bile” diye düşündü ama her gün yaptığı gibi telefonu yine açtı; “Merhaba oğlum, nasılsın?” Agah cevap vermedi. Bu sefer farklı bir şey oldu, her gün oğlunu arayan ve cevap bekleyen o kadın o gün cevap istemiyordu, gözyaşları içinde tekrar konuştu; “Konuşmana gerek yok oğlum, her gün telefonu açıyorsun, orada olduğunu biliyorum, nefes alışverişini duyuyorum ya o yetiyor bana. Susmayı tercih ettiğin için seni suçlayamam, biliyorum bu dünya, bu insanlar, bu hayat öylesine, öylesine berbat, öylesine çirkin ki inan bana benim de susmaktan başka şey gelmiyor aklıma ama bu berbatlığın, çirkinliğin faturasını susarak bana kesme!” Agah birkaç saniye sustu, ağzını açtı, tam konuşacaktı ki kendi kendine ettiği yemini hatırladı; “Susacaksın Agah, ne olursa olsun susacaksın. Nasıl ki kaplanlar hayatta kalmak için avlanıyor, bizonlar avcısını boynuzluyor sende susacaksın. Eğer susmazsan insanlar içindeki titrek bir mum ışığı gibi yanan yaşama isteğini de söndürürler.” Agah en iyi bildiği şeyi yaptı: Sustu. Zaten birkaç saniye sonra da annesi telefonu kapattı. Bu sefer Agahın içinde bir şeyler ufaktan da olsa cız etmişti. Uzaklara daldı “Madem cevap vermeyeceğim ne diye taşıyorum bu telefonu?” diye düşündü. Taşıyordu, taşıyordu çünkü annesinden, babasından, kardeşlerinden, eski okul arkadaşlarından onu arayan tek kişi annesiydi. “Yalnızım.” diye düşündü, ne kadar bunu sevmiyor olsa da bunun özgürlüğüne öylesine bağlıydı ki, bundan başka şey bilmiyordu. Tak! Su kaynadı düğmesi attı. Agah kupasına yarım tatlı kaşığı kahve, iki tatlı kaşığı süt tozu attı, suyu döktü, kahveyi içti, çıktı.

 

Agah apartman kapısını açtı, dışarı çıktı. Bir yandan 1+1 hapishane evinden kurtulduğuna seviniyor, bir yandan da sabahın erken saatlerine ders koyan hocaya küfürler savuruyordu içinden. Kulaklığını çıkardı, mp3 müzik çalarına taktı ve dinlemeye başladı. Hayattaki en büyük tutkularından biri de şarkı dinlemekti. Biraz yürüdü. Mahalleyi ana yola bağlayan sokağa çıktı, egzoz gazları, bacalardan çıkan dumanlar boğazını öyle yaktı ki öksürmeye başladı. Birkaç öksürükten sonra kendine geldi, tekrardan “Bu şehirden ölesiye nefret ediyorum.” dedi kendi kendine. Aslında Agah’ı anlamak zor değildi, hiçbir zamanda olmamıştı. Nasıl olsa o da bir insandı. Tutkuları, sevinçleri, hatıraları, acıları, yaraları vardı. Zaten insan yarası olmadan insan olmaz. Dolmuş geldi ve bindi bir öğrenci parası verdi. Bu suskunluk hayatının her anında ona zorluk çıkardığı gibi yine bir zorluk çıkardı; bir öğrenci parası verdi, dolmuş şoförü şöyle bir baktı Agah’a  “Öğrenci misin?” dedi. Agah kafa salladı. Agah boş bir yer buldu ve oturdu, dışarıyı seyretmeye başladı. Dışarıyı seyrederken üniversiteye ne ara geldiğini fark etmedi. Konuşmak istemediği için birisinin inmesini bekledi. İnen yoktu. Kapıya yaklaştı ve durdu. Dolmuş şoförü “İnecek misin?” diye sordu, kafasını salladı. Dolmuş durdu, kapı açıldı, Agah indi. Agah inerken Dolmuş Şoförü “Manyak mıdır nedir?” diye söylendi. Agah umursamadı. Hiçbir zamanda umursamazdı çünkü dünya üzerinde ki her insan – birkaç kişi hariç – ona göre kötüydü. Şimdi düşünmeli: Dünya üzerinde ki her insanın kötü olduğunu düşünen kişi bir iyilik meleği midir? Elbette hayır. Zaten Agah kendisini iyilik meleği olarak görmüyordu, aksine kendisini sevmiyordu bile. Bunun temelinde küçükken babasının ona yaptığı psikolojik ve fiziksel baskı yatıyordu. Ama her şeyden bu denli nefret etmesinin nedeni elbette bu değildi. Agah iyi bir insandı. Öyle sanılanın aksine bir iyilik değil çünkü ona göre hayvanları sevmek, yardımsever olmak, insanları mutlu etmeye çalışmak iyilik göstergesi değildi. Haklıydı. Bunları yapmak bir insanlık vazifesidir. Yani elbette hayvanları sevmeyebilirsiniz ya da yolda poşetler taşıyan yaşlı bir teyzeye de yardım etmeyebilirsiniz veyahut insanlara karşı çok kaba olabilirsiniz. Bu Agah’a göre sizi kötü yapmaz. Bu Agah’a göre sizi adi bir insan yapar, özellikle insanlara kaba davranmanız. Agah’a göre iyi olmak gerekirse insanlık vasıflarına sahip olmak gerekir. Nedir bu insanlık vasıfları? İnsanın ilk evriminden bu yana içinde taşıdığı değerlerdir: Dürüstlük, mantık, içgüdü, vicdan ve saflık. Agah’a göre, dürüstlük; insanın gerçeği her şeyin üstünde tutmasına ve kabullenmesine neden olur. Mantık; mutluluğu, güzelliği bulmaya ve fayda getirenin ne olduğuna karar vermeye yarar. İçgüdü; sezgi yoluyla her şeyi anlama ve öngörüyü kullanmaya iter ve böylelikle sorumluluklarınızı yerine getirirsiniz. Vicdan, Agaha göre, insanlığın ilk evriminden bu yana içinde taşıdığı vasıflardan en önemli olan değerdir zira vicdan insanın içindeki adaleti sağlayan yegane varlıktır ve bunun her şeyin ama her şeyin üstünde tutulması gerektiğini düşünür. Saflık ise her insanın içinde bulunmasa da her insanda olmalıdır çünkü ancak ve ancak – az da olsa – saflık olduğunda bu değerler bir araya gelir. Böyle düşünüldüğünde neden çocukların güzel ve iyi olduğunu görebiliriz zira çocuklarda saflık çokça bulunduğu için bunları bir araya getirmekte ve kullanmakta zorluk çekmezler. Ancak insan büyüdükçe içindeki saflık birçok nedenden ötürü kaybolur ve dolayısıyla bu değerler kullanılamaz hale gelir. Böylelikle Agah’a göre büyümek ve yetişkin olmak – doğaya aykırı olsa da – insana yapılan en büyük kötülüktür. Misal vermek gerekirse bir çocuğa para verin ve bir bakkala götürün, bakkalın önüne de sefil bir şekilde dilenen bir dilenci koyun. Çocukların çoğunluğu parayı dilenciye vermeyi düşünür ve verir, bunda pişman olmazlar ve düşünmezler çünkü sezgileri ve vicdanları böylesinin doğru olduğunu söyler. Aynı şeyi bir yetişkinde uygulanmaya kalırsa vay o dilencinin haline. Agah çoğu zaman sezgileri, duyguları ve vicdanıyla hareket eden bir insandır.

 

Agah yürüdü, fakültenin önüne geldi, içeri girip girmemekte tereddüt ediyordu ama derse girmesi gerekiyordu. Ne yapmalıydı? Yapması gereken içeri girip, sırasına oturup not alması, dersi dinlemesi ve sınavlardan geçip başarılı bir şekilde felsefe bölümünden mezun olmasaydı. Bütün bunlar birden Agahın gözünde büyüdü, oradan koşarak uzaklaşmak istedi. Arada bir olurdu böyle; Dünyadaki her şey ona kaldıramayacağı bir yük gibi gelir kaçıp gitmek isterdi. Kaçmak isterdi istemesine ama yorulmuştu artık. O kadar yorulmuştu ki kaçmaktan, değil koşmaya, yürümeye hali yoktu. Her yere de böyle giderdi zaten. Birisi boynuna sarılmış onu zorla götürüyormuş gibi, ayaklarını sürüyerek giderdi her yere. Agahın iradesi birden zayıfladı, adeta psikolojisi çöktü, diz çöküp ağlamak istedi, gözleri dolmuştu. Tam yere çöküp bağıra bağıra ağlayacakken bir el dokundu omzuna; “Merhaba, öğrenci işlerine nasıl giderim acaba?” Agah onu gördü, annesin gülüşünden, ilk defa denizi görüşünden, ilk okuduğu şiirden sonra daha güzel bir şey görmemişti ondan başka. Güzel kızı gören, kötü çocuk, serseri misali takılan çocuklardan biri hemen atladı; “Boşu boşuna soru sormayın ona, konuşmaz o, sessizlik yemini etmiş soytarımız o bizim. Ben yardımcı olayım isterseniz.” Az önce bağıra bağıra ağlamak isteyen Agah birkaç saniye içinde öfkeyle doldu, adeta içinde bir öfke bombası patlamıştı. Agah sıska, güçsüz gibi görünse de dövüşmesini iyi bilirdi, yumrukları da beton gibiydi adeta, babasından yediği dayaklarla dövüşmeyi öğrenmişti. Yumrukları beton gibiydi ve olması da gerekliydi. Eğer hayat gibi adi bir kavramla dövüşmek, savaşmak istiyorsanız sinirleriniz çelik gibi, yumruklarınız beton gibi olmalıdır. Hayata karşı yıllardır verdiği mücadelede bu noktada tükenmiş olan Agah pes etmişti. Tam o adinin çenesine bir yumruk patlatacaktı ki kız araya girip “Hayır teşekkürler. Eminim beyefendi beni oraya götürebilir. Ayrıca siz anne babanızdan terbiye almadıkça benimle muhatap olmayın bir daha lütfen!” dedi ve Agah’a döndü. Agah onu duymuştu, bir yandan onu savunduğuna seviniyor, bir yandan da adinin suratına bir tane çakmak istiyordu. Serserinin arkadaşları bir kahkaha attı, serseri dönüp “Ne gülüyorsunuz lan, bir bok mu var? Amına koduklarım!” diye bağırdı. Sinirlenmişti. Kız ona bakıp “Terbiyesiz!” dedi. Agah halen sinirli bir şekilde serseriye bakıyordu, gözlerini ondan ayırmıyordu. Kıza bir şey diyemeyen serseri Agah’a döndü. Öyle baktığını görünce hırsını ondan almak istedi “Ne bakıyorsun lan dik dik? Beni mi dövecen?” dedi Serseri. Kız hemen oradan uzaklaştı. Serseri Agahın üstüne yürümeye başladı. Yaklaştığı ilk saniyede serseri elini bile kaldıramadan çenesine şimşek hızıyla bir yumruk yedi. Serseri yumruğun etkisiyle kendinden geçti, yere yığıldı. Kimse Agahtan böyle bir şey beklemediği için herkes on saniye dondu kaldı. Serserinin arkadaşları şoku atlattıktan sonra oturdukları yerden sıçradı ve Agaha doğru koşmaya başladılar. Tam o sırada kampüsün güvenlik görevlileri araya girdi, Agahı üç kişi zor tutuyordu. Kız güvenlik görevlilerini çağırmakla iyi bir şey yapmıştı. Aksi takdirde Agah hiç düşünmez 5 kişinin arasına dalardı. Güvenlik görevlileri serserinin arkadaşlarını geri ittikten sonra uyarı yaptı; “Ya bu işi burada bitirirsiniz ya da polisi çağırırım derdiniz neyse orada hesaplaşırsınız!” Serseri kendine gelmişti. Ayağa kalktı, “Seninle işim bitmedi Agah! Ayvayı yedin oğlum sen! Amına koyacam senin, en adi orospu evladı!” diye bağırdı. Agah, serserinin annesine küfür ettiğini duyunca kendinden geçti. Agahı 3 kişi zor tutuyordu şimdi ise öğrencilerle birlikte beş kişi zor tutuyordu. Agahın ağzından tek kelime çıkmadı. Dişlerini kenetlemişti. Güvenlik görevlisi tekrar etti “Ya dağılın ya da polis çağıracağım.” Serseri ve arkadaşları fakültenin önünden ayrıldı, Agahın ise siniri hala geçmemişti. Deliye dönmüştü adeta. Onu öyle gören birisi akıl hastası sanabilirdi. Güvenlik görevlisi Agaha yaklaştı “Agah tamam oğlum, sakin ol. Belli ki zengin bebesi, kendini bir bok sanıyor. Hepimiz seni biliyoruz, boş yere böyle olmazsın sen, sakin ol.  Sakin ol.” Güvenlik Görevlisi Ahmet ile Agahın arası iyidir. Agah Ahmet’i duyunca biraz sakinleşti, kendine geldi, öğrenciler de Agahı bıraktı. Ahmet tekrar konuşmaya başladı; “Aman oğlum dikkat et kendine, bu zengin bebesi rahat duracağa benzemiyor. Böylelerini bilirim. Baba parasıyla kendilerini bir bok sanırlar herkese tepeden bakarlar. Bir sorun olursa gel bana, beraber hallederiz.”Agah omuz silkti. Kampüsten ayrılma niyetindeydi. Kız yanına geldi; “Ne olursunuz kusura bakmayın. Hep benim yüzümden oldu. Özür dilerim.” Agah şaşırmıştı. Onun bu halini görüp ondan uzaklaşmamış olmasına şaşırmıştı.

-Dilerseniz öğrenci işlerine kadar beraber yürüyelim. Hem beni oraya götürürsünüz, hem de sakinleşirsiniz.

Agah cevap vermedi. Elini cebine soktu, kulaklığını ve mp3 çalarını çıkardı, taktı ve dinlemeye başladı. Kıza dönüp bir baktı ve kampüsün içine doğru yürümeye başladı, kız da hemen peşine takıldı. Bir süre yan yana yürüdüler, sonrasında kız “Adınız Agah sanırım.” dedi. Agah kulaklığını çıkardı kıza baktı. kız tekrar; “Adınız sanırsam Agah.” dedi. Agah başını salladı, onayladı. Kız elini uzattı “Memnun oldum. Ben de Elif. Elif Güzelseven.” Elifin eli havada kaldı, Agah Elifin elini sıkmadı, sadece yürüdü. Elif elini indirdi, soluk soluğa kalmıştı. “Biraz yavaş yürür müsünüz? Soluk soluğa kaldım.” Agah yavaşladı, Elif’e ayak uydurmaya çalıştı. Birkaç dakika sonra öğrenci işlerine geldiler. Agah arkasını döndü yürümeye başladı. Elif arkasından seslendi;

-Bir dakika bekler misiniz? Beni buraya getirdiğiniz için teşekkür ederim. Acaba hangi bölümde okuyorsunuz?

Agah cevap vermedi. Arkasını döndü, yürümeye başladı. Elif arkasından “Telefon numaranızı alabilir miyim?” diye bağırdı. Agah aldırış etmedi. Telefon numarasını vermek istemedi çünkü sonuçta o da bir insandı. Agahın kalbini kırabilirdi, üzebilirdi, onu ağlatabilirdi. Öylesine korkuyor, öylesine iğreniyor, öylesine kötü bakıyor, öylesine şüphe duyuyordu ki insanlardan, her şekilde onlardan uzak durmaya çalışıyordu. Onu bu yalnızlığa iten şey de zaten insanlara karşı beslediği bu hislerdi. Zaten nasıl insandan korkulmaz ki? Sonuçta insandır çünkü bu. Gidip dünyanın bir ucuna, oradaki halkı esir alıp, toprağını işgal eden, sömüren, insanı vatansız bırakan yine insandır. Sadece içindeki kötülük kendinden olana yaptığıyla kalmaz. Gider bir ormanı yakar, bir maymun hapseder, canlı canlı kafatasını açar üstünde deney yapar, koca koca balinaları avlar, kuşları kafese koyar sonrada oturur onun ötüşlerini dinler. İşte sonuçta bütün kötülükleri yapan insandır. Zaten ne diyor şair;

Kimliğini unutmak istersen hatırla;

Ben adi ırkın soyundan insanım.

Adilik, kötülük, canilik içinde gırla,

İşte bu yüzden pis akar kanım.

 

Agah bunları düşünürken aklına bir şey geldi. Dostoyevski’nin bir sözü vardır; “Ya odanda öldürdüğün örümcek bütün hayatı boyunca senin onun oda arkadaşı olduğunu sanıyorsa?” diye. Belki de biz de kuşları kafeslere koyup onların ötüşünü dinlerken güzel bir şeyler olduğunu düşünsek de onlar bize özgür kalmak için yalvarıyordur. Hem de acı ve ıstırap içinde. Belki de onların bu ahenkli, güzel sesleri onların feryatlarıdır. Sanırım biz de Tanrı için böyleyiz. Aksi halde bu kadar yakarış, bu kadar dua, bu kadar efgan, bu kadar inilti nereye gidiyor olabilir?

Agah tekrar kulaklığını ve mp3 çalarını çıkardı. Müzik dinlemek istiyordu, biraz da yürümek. Yürümek istiyordu ama öyle az buz bir mesafe değil, neredeyse 6 km yol yürüyecekti. Evinden üniversiteye hemen hemen 6 kilometrelik bir yol vardı. Aslında olanlardan sonra eve gitmek istemiyordu. Hep böyle olurdu zaten. Evi dünya üzerindeki en gereksiz yermiş gibi hissederdi. Aslında hiçbir zaman o küçük hapishaneyi bir ev, yuva olarak görmemişti. Bu şehir gibi evini de sevmiyordu. Yaşadığı şehir çokta kötü bir yer değildi aslında. Hatta bu ile bağlı olan köylerden biri olan Taşkale, Atatürk’ün köyü olduğu söylenirdi. Buranın kendine has güzellikleri vardı; Manazan mağaraları, tahıl ambarları, Karaman Kalesi, tarihi hamamları, yılkı atları, yeraltı mağarası, tarihi konakları, ki Agah’ın en sevdiği Tartan Evidir, ve bunun gibi birçok tarihi mekanları vardı. Zamanında bu ile Osmanlılardan önce Karamanoğulları denen bir beylik hükmetmişti. Bu beylik Osmanlı İmparatorluğuna sıkça baş kaldırır ve isyan edermiş. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu çareyi bölgede ki halkı iskan ettirmekte bulmuş. Böylelikle ülkemizin dört bir yanına dağılmış Karamanlılar. İşte bu nedenden dolayı Mustafa Kemal Atatürk’ün soyunun buraya dayandığı iddia edilir. Aslında bu yere sadece Osmanlılar ve Karamanoğulları hükmetmemiş. Zamanında Selçuklular, Bizans İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu da hükmetmiş bu topraklara. Bu yüzden Roma, Bizans ve Selçuklu yapılarına rastlamak da mümkün bu şehirde. Özellikle şehir dışına çıkıldığı zaman bu yapılar kendini daha çok belli ediyor. Öyle ki bir zamanlar yine bu Taşkale denen yerde insanlar hazine avına çıkmışlar. Taşkaleli olduğunuzu söylediğinizde “Hiç define aradın mı?” diye bir soru yöneltilebiliyor mesela. Peki bir insan bu kadar tarihi geçmişi, tarih mirası ve bu kadar güzelliği olan bir şehri neden sevmez? Çünkü Agahın bu şehirde güzel anıları yoktu. Agahın da çok sevdiği şairlerden olan Cesare Pavese “Anılar yok bu şehirde.” diyordu. Agah genellikle bu görüşe katılmaz. Çünkü bir şehri, bir insanı güzelleştiren güzel anılardır. Sadece anıların olması güzelleştirmez bir insanı, bir şehri. Bir insanı, bir şehri güzelleştiren şey güzel anılardır evvela çünkü; anı denildiği zaman akla kötü anılar da gelir ve kötü anılar insanı güzel hissettirmez. Bu yüzden bunun ayrımını her zaman yapmak gerekir.

Ahmet Tekin Öztekin

"...Asıl muhim olan ölümden kurtulmak değil haksızlıktan sakınmaktır. Çünkü, kötülük ölümden daha hızlı koşar."

İlgili Makaleler

9 Yorum

  1. Lütfen iyi veya kötü, eleştiri bile olsa bir yorumda bulunun. Sonraki bölümün yayınlanması sizin beğeninize kalmış. Hiç kimseye kötü bir eser okutmak istemiyorum.

  2. Tasvirleriniz çok güçlü. Okurken aynı zamanda sıkça düşündüren bir eser olmuş. Ki bu, tek solukta okuma isteği uyandırıyor. Karakteri anlatış biçiminiz oldukça iyiydi. Akıcı ve içten olması da benim çok hoşuma gitti. Devamını merakla bekliyorum.

    1. Yorumunuz için teşekkürler, yeni bölümün çalışmalarına başladım, sevgiyle kalın, iyi okumalar!

  3. Edebi bir eser olarak bir matematik öğretmeni olarak görüşüm çok güzel giriş gelişme ve sonuç ilişkisi her şey güzel olmuş tebrikler canım kardeşim. Sadece biraz daha pozitif düşünüp geleceğe daha umutlu bakılabilir. Yine yazılarını görmek dileğiyle İnşallah.

    1. Teşekkürler Kardeşim, burda seninde yazılarımı okuduğunu bilmem hoşuma gitti. İyi okumalar!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu