EdebiyatHikaye

Ölüm ve Kedi -1

 

     2020 yılı kötü bir tavırla geldi bana.
     Bu yıl, hayatımda hiç oynamadığım bir rolü üzerime yıktı:
     Ölenin arkasından yıkılan adam.
     Bu yazıyı kızıma ithafen yazıyorum; benim minik, tüylü kızıma ithafen..

     Yaklaşık iki yıl önce, sabahın serin ve güneşli saatlerinde tanıştık kızımla -ikimizin de hayata dair umudu olduğu zamanlarda.
     Evden yeni çıkmış, motorsikletimi ısıtıyordum. Gitmem gereken bir okul vardı. Malum, beynimi hızlıca okul sıralarında çürütüp geri dönmem gerekiyordu.
     Sigarayı bırakmaya çalıştığım günlerdi, ama sabah sigarasından da vazgeçemiyordum işte. Hayatım hep böyle çelişkilerle geçiyordu zaten, alışmıştım o yüzden.
     Kaldırımın kenarına oturdum. Motorumdan üç, dört metre uzakta.
     Sigaramı ağzıma koydum. Çakmağımı ararken arkamdan bir mırlama sesi vurdu kulaklarıma. O kadar uysal, o kadar narin bir sesi hiçbir insan evladından duymamıştım.
     Kâr amacı gütmeyen bir ses, bir dokunuş. Hem de daha yeni gördüğü bir insana.
     O anda anladım ki; herhangi bir hayvanın sana gösterdiği ilgi, gösterdiği sevgi hiçbir insanda bulunmazdı. Daha doğrusu, “bulunamazdı.”
     İlk karşılaşmamızda haberim yoktu tabii onun dertlerinden. Sokağa atıldığından, kısırlaştırıldığından, birkaç gününü dışarıda geçirdiğinden…
     Habersizdim. Ev kedisiydi çünkü. Sokaktaki serseri ruhlu, savaşçı kedilerin bakışlarına sahip değildi benim prensesim. Tüyleri de oldukça gür ve bakımlıydı. Bu yüzden hiç fark edemedim; eski ailesinden uzaklarda, korkuya yakın olduğunu.

     Beynimi bir güzel körelttim, evin önüne geldim. Hava da kararmış, rüzgâr soğuk esiyor hâliyle.
     Kapımın önünde beni biri karşıladı, daha on iki saat önce tanıştığım biri. “Miyav!” dedi bana. Hem sevinçle hem bir çeşit muhtaçlıkla selamladı beni güzel kızım.
     Ayaklarıma dolandı kapının önünde. Hünerlerini gösteriyordu kendince. Ayakkabılarıma sürünüyor, bacaklarımın arasından geçiyor, kuyruğunu tutkuyla sallıyordu bana doğru.
     Kapıya yürütmedi beni, gitmemi istemiyordu sanki. “Tamam,” dedim içimden “istediğin olsun.”. Oturdum kapının önündeki merdivenlere.
     Tuttum ve bacaklarımın üstüne koydum onu. Karnını okşadım. Ordan oraya döndü bacaklarımın üstümde. Biraz da patiledi beni, ellerimin üstü çizilmişti. Kanıyordu ama çok aldırmadım. Mutluydum çünkü. Ve mutlu olunca, bazı yaralar gereksiz geliyordu insanın gözüne. Kötü bir amacı yoktu, doğasında vardı onun. Bunu bilmek bile yetiyordu bana.
     Yaklaşık beş, on dakika aralıksız oynaştık. Kalktığımda sarı sarı tüylerden geçilmiyordu üstüm.
     “Beni mi bekledi burada, bu saate kadar?” diye bir düşünce hâkim oldu bünyeme. Bu düşünce; sahiplenmenin, baba olmanın ilk fitiliydi sanki.
     “Yok canım, istediği zaman evine gidiyordur. Ailesi mutlaka onu bekliyordur.” dedim bu sefer de. “Peki, ya öyle değilse?” diye ekledi, kaygılı tarafım.
     Sonuca varmaya çalışmadım, sabah olurdu çünkü. Hemen marketten bolca ıslak mama ve kap aldım, kapının önüne koydum.
     Öyle acıkmış ki, birkaç gündür yemek görmemiş gibi yedi tüm mamasını. Orada çaktım artık olayları, prensesimi kalesinden atmışlardı.
     “Belki sadece kaybolmuştur.” diye düşünmedim de değil. Ama zaman bana bunu gösterecekti zaten, gösterdi de.
     Bir ıslak mama paketi daha açtım önüne. Onu da bir güzel yedi. Ve yaklaşık bir yarım saatlik yemek yeme, oynaşma, koklaşma faslından sonra eve girdim ben. Tabii aklım dışarıda kaldı.
     Hava soğuk, insanlar kötü, Tanrı umursamaz, sokaklar hastalıklı. Ya talihsiz ve tüylü başına bir şey daha gelirse?

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu