Anılar Diyarı
“Neden?.. Neden her şey bu kadar zor olmak zorunda? Her gün uyanmak, yemek yemek, işe gitmek, eve gelmek, tekrar uyumak bile bu kadar yorucuyken… Neden sevdiklerim de beni üzüyor ki? Hayat dedikleri şey bu mu? Acı çekmek için mi dünyaya geliyoruz? Aile, dostluk, sevgi, huzur gibi kavramların hiçbir önemi yok mu? Eğer öyleyse ben bunca zamandır ne yapıyordum? Kendimi mi kandırıyordum? Oysaki nasıl hayaller kurmuştum! Hepsi bir illüzyondan mı ibaretti?”
Sophia bu düşüncelerle hızlı hızlı koşarken çıplak ayaklarına cam battığını hissedebiliyordu. Her yer zifiri karanlıktı. Ağlamaktan gözünün önünü görecek hali kalmamıştı. Ne kalp atışlarının bu baskısını ne de korku ve çaresizliği bu kadar derin hissetmemişti daha önce. Acı dolu çığlıklarının kendisinden geldiğine de şaşırıyordu. Hayatı bu sefer son bulmuştu sanki. Minnettar olduğu ailesi, dost bildiği o insanlar, yıllardır uğruna vakit harcadığı çalişmaları, saygı duyduğu işverenleri… Çocukluğu, okul yılları, büyüme sancıları, çiçeği burnunda yetişkinlik günleri… Her şey anlamsızdı artık. Her şey nafile bir rüyaydı.
Evden yeterince uzaklaştığında uzun zamandır gitmediği sahilde olduğunu fark etti. Artık biraz olsun kendini güvende hissedebilir, düzensiz nefesi ve kalp atışları hakkında bir çözüm bulabilirdi. Titremekten yorgun düşmüş vücudunu sakince kumlara teslim etti. Dolunayın soğuk ve hırçın denize armağan ettiği yansımaları bir süre boyunca izledi. Fakat taptaze acılarının verdiği hislerle çığlıklarını durdurması mümkün değildi. Sonsuz ömür verseler hiç durmadan hıçkırarak ağlamaya ve “Neden?” bataklığının dibine çekilmeye devam edecek gibiydi.
“Neden bunları yaşamak zorunda kaldım? Farklı dertlerim, farklı hayallerim, bana değer veren sevdiklerim olamaz mıydı? Farklı bir hayat olamaz mıydı? Yine aynı şeyleri mi hissederdim? Hep hayal kırıklıkları silsilesine mi uğrardım? Bunların hiçbir yanıtı yok mu? Bu evrende beni anlayacak biri bile yok mu? Anlaşılmak bu kadar zor mu?..”
Kulağını tırmalayan bu çığlıklar Ju-won’un keyfini bölmekle kalmamış, iyice sinirini bozmuştu. Yeni bir göreve hazırlanması gerekiyordu her zamanki gibi. Ju-won çok geçmeden Sophia’nın karşısında belirivermişti. Sophia bir anda küçük dilini yutacak gibi olmuş, irkilerek geri çekilmişti.
“Sen de kimsin? Nasıl belirdin karşımda öyle? İnsan olamazsın, değil mi?”
“Kim olduğunu bilmene gerek yok. Ama düşündüğün gibi insan değilim.”
“Ne?! Yoksa öldüm mü ben? Ruhumu almaya mı geldin?”
“Hayır, ölüm meleği falan değilim ben. Ruhunu değil, anılarını almaya geldim.”
“Neden? Ayrıca bunu nasıl yapabilirsin ki?”
“Daha az öncesine kadar farklı bir hayat diliyordun. Eğer şu an bir seçim yaparsan anılarını alabilirim. Şu anki hayatını tamamen unutursun. Senin varlığından haberdar olanların zihinlerinden de seninle ilgili anıları silebilirim. Ne diyorsun, bunu kabul eder misin?”
“Cidden tam olarak nesin sen? Bir tür Alzehimer Perisi misin? Hayatım hakkında sana neden güveneyim ki?”
“Benim için bir tür Dönüşüm Perisi diyebilirsin. Alzehimer olanlar, bunun için üzülüyor. Sen ise bunu istiyorsun. Unutmak, senin için bir nimet gibi… Anılarını aldığımda farklı bir insan olarak yaşamaya devam edebilirsin. İkinci bir hayat gibi düşün. Bir aileye sahip olamayacaksın ama sevdiklerini kendin seçeceksin. Bu yüzden yine zarar görmemeye dikkat et.”
“Ne anlamı var ki? İnsan, duygusal bir varlık. İstese de, istemese de başkalarının kalplerini kırabiliyor. Hatta en çok da en sevdiklerinin kalbinde tamiri mümkün olmayan yaralar açabiliyor. Bir süre sonra affedilse de yapılan şey asla unutulmaz. Kalbin en derinlerinde bir zehir birikir. Ardından yavaşça yayılmaya başlar. Öfkeli ve düşüncesiz bir anda bir yanardağ misali sinsice patlayıverir.”
“İnsan olmadığım için bunları yaşamadım. Anlattıklarına bakılırsa inişli çıkışlı bir yol gibi. Peki o halde ne yapmayı düşünüyorsun? İçindeki fırtınayı nasıl dindireceksin?”
“Anılarımı aldıktan sonra insan olarak yaşamak zorunda mıyım? Başka bir yol yok mu?”
“Farklı deneyimlere sahip bir insan hayatı dilemiyor muydun? Buna emin misin?”
“Evet, eminim. Bu yaşamımda çok düşündüm. İnsan hangi sevgi dolu aileye, sadık arkadaşlara, tutku dolu mesleğe, muazzam anılara sahip olursa olsun acı çekiyor. Nihayetinde her şey hüsran dolu bir bilinmezliğin içine hapsoluyor. Ben de bu duygulardan arınmak istiyorum. Gün geçtikçe hepsinin altında eziliyor, parça parça yitiriyorum kendimi.”
“Ama yine de yağmur yağdıktan sonra güneş açmaz mı? İnsan hayatında kara günlerden sonra umut ve mutluluk dolu güzel günler de gelmez mi? İnsanlar hep o günleri beklemez mi?”
“Doğru. Ancak tüm bunlara dayanabilecek gücümün kaldığını hissetmiyorum. Beklemeye mecalim kalmadı ne yazık ki… Sadece bir hindiba gibi rüzgara kapılmak, başka diyarlara uçmak istiyorum. Ben, özgürce yaşamak istiyorum.”
“Hmm… Anladım, kararına saygı duyuyorum. O halde dünya üzerinde yaşayan bir canlının bedeninde yaşamanı sağlayabilirim. Arzuladığın bir şey var mı? Yoksa bir hindiba mı olmak istiyorsun?”
“Hindiba olup uçuşurken insanları mutluluk verebilirim ama bu çok kısa sürer. Bir çınar ağacına ne dersin?”
“Bir çınar ağacı mı? Kökleri sürekli toprağa bağlı, hareket edemeyen bir ağaç mı olmak istiyorsun sadece?”
“Hindiba gibi uçuşamayacağımı biliyorum fakat çınar ağacının masmavi göklere uzanan kolları beni cezbediyor. Bana bir çeşit özgürlükmüş gibi geliyor. Çocukken ne zaman ağlamak istesem kendimi kasabanın diğer ucundaki çınar ağacının kollarına atar, tüm dertlerimi ona anlatırdım. Hiçbir insanın omzuna dertlerimi yüklemezdim böylece. Şimdi ben de kahraman bir çınar ağacı olmak, insanların ve diğer canlıların gölgemde bir nebze olsun dinlenmesini istiyorum.”
“İnsan hayatının fani yüklerinden bu kadar çekmişken hala insanlara yardım etmek için mi uğraşıyorsun? Gerçekten tuhafsın. Daha önce böyle bir vaka ile karşılaşmamıştım. Ya peki çınar ağacı olduğunda seni keserlerse?”
“Bu muhtelemen canımı çok acıtır. Ancak zor durumda kalmasalar beni kesmek istemezlerdi herhalde. İnsanların ihtiyacı olan faydalı bir eşyaya dönüşürsem ve doğayı korumak için benim yerime bir fidan dikerlerse sorun olmaz. Öyle değil mi?..”
“Biraz belirsiz gibi…Ama herkes sorumluluğu yerine getirdiğinde bir sorun çıkmaz. Dediğin gibi olsun. Şimdi anılarını alacağım. Son kez söylemek istediğin bir şey var mı?”
“Seni tanımıyorum, insan hayatına ait duyguları yaşamadığını söyledin. Bu zamana kadar birçok insanın anılarını alıp acılarını dindirmişsindir. Umarım sen de kendince iyi bir hayat sürüyorsundur. Seni unutsam bile hep iyi olmanı dilerim. Bu gece bir mucize gibi karşıma çıktığın için teşekkür ederim.”
“Beni gerçekten şaşırıyorsun. Bu halde bile benim iyiliğimi nasıl düşünebilirsin? Ben de senin sağlıklı ve iyi bir çınar ağacı olmanı dilerim. Gölgeni ve yapraklarını hiçbir canlıdan esirgeme. İnsanlar dertlerini anlatırlarsa üzülebilirsin ama kendini fazla yıpratma. Umarım şen şakrak çocuklar seninle ilgilenir, dallarına tırmanır da kendini kötü hissetmezsin.”
“İyi dileklerin için gerçekten çok teşekkür ederim. Dert dinleyen insanların daha çok acı çektiğini, büyük acıların dilsiz olduğunu söylerler. Çınar ağacı olacağıma göre onların da yitip gitmemesini sağlayabilirim. Hazırım, anılarımı alabilirsin.”
“Tüm çabaların için seni destekliyorum, artık anılarını almaya başlayabilirim. Hoşça kal…”
Ju-won, elini Sophia’nın başına yaklaştırdı yavaşça. Yeşil ve parlak bir ışık huzmesi, Sophia’nın etrafını kaplayarak gecenin karanlığını yırtıverdi. Diğer elinde tuttuğu madalyona Sophia’nın anılarını hapsetti Ju-won. Ardından Sophia’nın ruhu, Anılar Diyarı sahibi We-ol’ün listesindeki bir çınar ağacına yerleşti. Bedeni ise toz bulutu gibi savrulup gitti. Tüm bunlar bir anda olup biterken Ju-won’un sol çeşmesi durmak bilmiyordu. Bu görevi ilk kez buruk bir acı içinde yerine getiriyordu.
“Beni hatırlamasan bile mutlaka seni bulup ziyaretine geleceğim. İyi olup olmadığını göreceğim. Yalnızlıktan bunalmışsan sana arkadaşlık edeceğim, üzgünsen seni teselli edeceğim, güvende değilsen seni koruyacağım. Senin için çabalayacağım Sophia. Sana isminle bir kez bile hitap edemedim fakat seni tanıdığıma memnunum. Benim için endişelendiğin, benim iyiliğimi dilediğin için minnettarım. Sonsuz yalnızlığıma biraz da olsa iyi geldin. Bu bana yeter.”
Ju-won’un dilinden o sözcükler birbiri ardına dökülüverdiğinde büyük bir şaşkınlık içerisindeydi. Yüzyıllar sonra ilk kez fani bir insana karşı minnettarlık hissetmişti. Bunu nasıl hissedebildiğini anlamlandıramıyordu. Ama düşünerek kaybedecek zamanı da yoktu. Kulağını tırmalayan o çığlıkları yine duyuyordu. Başka bir insanın anılarını alıp acılarını dindirmeliydi. Üstelik madalyonu Anılar Diyarı’na teslim etmesi gerekiyordu.
Kendini toparlamaya çalıştı. Ufukta batmak üzere olan dolunaya baktı, rüzgarın sert esintisini teninde hissetti. O sözleri Sophia’ya söyleyemediği için büyük bir pişmanlık içerisinde buldu kendini. Anılar Diyarı sahibi Weol’e yalvarsa bile Sophia’nın yerini öğrenemeyeceğini, kurallara uygun olmadığını biliyordu. Umutsuzca aramaktan başka çaresi yoktu.
Zaman, insanlar dünyasında birbirini kovalayan yılları takip etse de bundan sonra Ju-won için durgun bir nehir gibi gelip geçecekti. Ta ki Sophia’nın ruhunu bulduğunu anlayana kadar…
Güzel bir yazıydı. Kalemine sağlık 😊. Keşke beğenme butonu gibi bir şey olsaydı 🙂
Okuduğunuz ve beğendiğiniz için teşekkür ederim 🥰🌺🌸 Keşke öyle olsaydı da ben de sizin yazılarınız için o beğenme butonuna basabilseydim 🥹