
Saat 03:37
Gece, gündüze kızgın.
Hiç olmadığı kadar aydınlık,
Sokak lambaları anlamsız.
Nehirden üç ördek geçti,
Denize ulaşınca sıkıldılar.
Balıklarla sohbet etmek istedi
Kim?
Soru cümlelerinin ve kelimelerinin sonuna soru işareti eklendi.
Haksız buldu bunu kara balık,
Haklı çıkmak için biraz düşündü.
Soru sormak için illa yanıt mı gerek?
Dedi, kendi kendine.
Soru işaretine kızdı kediler.
Madem dedi, kara bir balıksın
Sen niye soru soruyorsun. Unutacaksın.
Unutmam dedi bir hamam böceği,
Kafam kopsa da yaşıyorum ben.
Sahi kafasız yaşamak daha güzel.
Karşı çıktı bu duruma karıncalar.
Karıncaların haksız olduğunu herkes biliyordu.
Ama ağustos böceği geldi hamam böceğinin yanına,
Sustular.
Kavga çıkarmış filler,
Olan çimenlere olmuş dediler.
Çimenler demiş işte;
Bizim bir suçumuz yoktu,
Önce solucanlar başlattı.
Filler susmuşlar.
Konuşmanın anlamsız olduğunu keşfetmiş bir papağan.
Bütün doğa hak vermiş aslında,
Suçlamışlar sonra, taklit eden sensin diye.
Renklere kim saldırıyor bu saatte,
Ne işi var güneşin gecede?
Saat kaç oldu kaldırım taşı?
Susarsın zaten hep,
Bir kez olsun söyle bilelim.
Üstüne basıp geçerken birileri,
Ses çıkmadıkça çökersin.
Bak tohuma, nasıl da parçalıyor sert bedenini.
Tohum suçu olmadığını söyledi,
Var olmanın suç olduğunu gizledi.
İzledi biraz güneşi, çiçekleri.
Yıkımı güzel gösterdi. Yıkılmıştı, elinde kalan güzelliklerle yıkımı anlattı. “Karanlığı gördüm önce, umut verip yarı yolda bırakıldığım sessiz bir karanlıktı. Öylesine sessizdi hayat. Asfalt caddeler boyu yürümüştüm, Hiçlik denizinde yüzen bir bir balık misali ne yaptığını bilmeden. Hüzünlü bir şarkı gibi dönüp durmuşum.”
Uyandım, sırt çantama lazım olacak eşyalarımı koydum. Biraz tütün, bir kaç parça elbise, diş fırçası, küçük bir ajanda. Parkamın iç cebine tabakamı ve çakmağımı, sol cebine Aylak Adam’ı* koydum. Evden çıktım, en yakın durağa gidip otobüse bindim. Havaalanına ulaştığımda gidiyor olmanın insanın ruhunda yarattığı garip hüzünle baş başa kaldım. Uçak çoktan kalkmıştı ama ben vazgeçmemiştim gitmekten, geç kalmak benim isteğimdi. Yavaş adımlarla yürüyüp ayaklarıma baktım. Ne kadar yürüdüğümü hatırlamıyorum, hava karardı. Ara sokaklardan birinde türkü sesi geliyordu. Sesin geldiği yere doğru gittim. “Yaşamak bu değil.” diyordu. Baltamı biledim.
Tabakamı çıkardım, ince bir sigara sardım. İki parmağım arasında cılız bir ateş yanıyordu. Ben sokak köpeklerinin dolaştığı sessiz sokaklarda ağır bir tedirginlikle yürüyordum. Sırt çantam kadar ağırdı göz kapaklarım. Biraz uyumak istedim, bir ev hayali uykumu kaçırdı. Ben yine yürüdüm. 8 gün geçmiş, dokuz kilo vermiştim. Eski bir koku* arıyordum, bulamıyordum…
Resim ; Can Fire in the Park / Beauford Delaney 1946