
Bugün, ceketlerimizi sandalyelerimizin arkasına asıp yaşamak hakkında konuştuk sevgili dünya. Elimizi nereye atsak benzerlikten uzak serzenişler duyuyorduk. Kimi yüreğinin acısına ekmek banıyor, kimi dört yapraklı yonca kovalıyor, kimi ise çoktan servetini kentin meydanlarında dağıtmaya başlamış. Hava; bir annenin gözyaşları kadar ılık, bir babanın konuşması kadar kapalı. Kolu anılarla eskimiş kapı aniden açıldı ve rüzgar yerdeki solmuş yaprakları birer birer kaldırdı yataklarından. Doyumsuzluk rüzgarı sevgili dünya, herkesin yüzünden soluk bir ışık gibi geçip giderken sadece birimizin tüylerini diken diken etti. O da bir dileği gerçekleştiği zaman ”Ah keşke başka bir şey isteseydim!” diyenimizdi ve sandalyenin arkasına astığı ceketini üstüne geçirdi. Kapatın kapıları pencereleri, fırtına geldi gelecek!
Güneşe bakınca gözleri yaşaranlar bu hayatı daha çok seviyor gibiydiler. İçimizden birinin ise gözlerinin yaşlanması için güneşe bakmasına gerek yoktu. Masadaki gümüş kül tablası hep onun önünde parlardı. Acıları bir çığlık gibi etrafa yayılır, herkes sıradan bir ıslık sesini selamlar gibi karşılardı. O da sandalyesine ödünç bıraktığı ceketine uzandı.
İçerisi iyice soğumaya başlamıştı. Geçmişin çelimsiz dallarına tutunan birinin aniden düşmesiyle hepimiz yerimizden sıçradık. O ise sanki oturduğu kaya kırılmış gibi şaşkın bakıyordu sevgili dünya. Şimdi kanayan dizleri içerisini daha da soğutmuştu sanki. Henüz pıhtılaşmamış kan hepimizin korkularından daha donuk akıyordu. Bir ceket daha eksildi sandalyeden.
Vakit öyle ağır ilerliyordu ki biraz önce havalanan yapraklar hala nefeslerimizde süzülüyorlardı. Dakikalar sonra -yoksa saatler mi demeliyim- birimiz aniden fırladı yerinden.
”Kaybedecek zaman yok!”
Kapıyı açtı. Yürüdüğü kaldırım taşları dev dalgalara dönüşecekmiş gibi telaşla ve şimdiye kadar kaybettiği tüm zamanların sırtında yarattığı acıyla koştu, koştu, koştu. Bir sandalye kaldı geriye ceketi sırtında, bir de bekleyenler kapının ardında.