Kitap

Nermin Yıldırım: Kasvet Şapkasından Mizah Çıkarmak

Nermin Yıldırım 1980 yılında Bursa’da dünyaya geldi. Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Basın Yayın Bölümü’nden mezun oldu. Çeşitli gazete ve dergilerde muhabir, editör ve köşe yazarı olarak çalıştı. İlk romanı Unutma Beni Apartmanı 2011 senesinde Doğan Kitap tarafından yayımlandı. Bu romanı Rüyalar Anlatılmaz, Saklı Bahçeler Haritası, Unutma Dersleri ve Dokunmadan takip etti. Çeşitli dillere eserleri çevrilen Yıldırım aynı zamanda Murathan Mungan’ın Kadınlar Arasında (2014, Metis) adlı öykü seçkisinde Narin Ben Geldim adlı öyküsüyle, Remzi Karabulut’un Hazırladığı Minimal Öyküler (Aylak Adam, 2014) adlı seçkisinde Kara Kaya adlı öyküsüyle, İlknur Özdemir’in hazırladığı Kar İzleri Örttü (2012, Kırmızı Kedi) adlı öykü seçkisinde Kırmızı Kar ile yer aldı. 2013’ten beri Ot Dergi Dış Hatlar adlı köşesinde öyküler yazıyor.

Unutma Beni Apartmanı

Roman 2011 yılında Doğan Kitap tarafından basıldı belirttiğim gibi. Yazarın ilk romanı. Ancak ilk roman olması acemi bir eser olduğunu düşündürmesin zira pek çok ilk romanda göremediğimiz bir kurgu hakimiyeti mevcut eserde. Bu da yazarın gelecek vaat ettiğinin erken habercisi. İronik ve mizahi diliyle bu kasvetli romanı hafifleten yazar eserin kurgusunun öne çıkması için çabalamış.

40’lı yaşlarında bir “hayalet yazar” olan Süreyya’nın gelen bir aramanın ardından geçmişiyle ve kendisiyle yüzleşmesini konu alıyor. Gelen telefon hiç tanımadığı annesindendir ve Süreyya nasıl bu hale geldiğini, bu kadar “duygusuz” bir kadın olduğunu anlatmazsa onu anlayamayacağımız için geçmişini anlatmaya başlıyor. “Hayalet yazar” diyince Süreyya’nın ölmüş ve bu dünyaya hayalet olarak geri dönmüş bir yazar olduğunu düşünmeyin; bu bir Shakespeare oyunu değil. Hayalet ya da gölge yazar; başkası için bir metin yazması amacıyla kiralanan kişidir. Daha önce pek çok meslek yapmış olan Süreyya en son ne yapacağını bilemez ve oturup bir roman yazar. Yazdığı romanı bastırmak istemeyince elinde dosyayla ne yapacağını bilemeden dolaşırken yolunun yazarlığa meraklı bir genç kız ile kesişmesi sonucunda bu mesleği yapmaya başlar.

Annesi tarafından bebekliğinde terk edilen ve doğmadan önce babasını kaybeden Süreyya babaannesiyle büyür. Babaannesi her ne kadar ebeveynlerinin yokluğunu ona hissettirmemeye çalışıp üstüne titrese de bu, içindeki boşluğu doldurmaya yetmez. Sevgisiz, bir yere tutunamayan ve esasında tutunma gibi bir derdi de olmayan bir kadındır Süreyya. Uzun süre bir evinin olmaması, otellerde yaşaması bu duruma bağlanabilir. İnsanlarla arasına yüksek ve sağlam duvarlar örmüş, kimsede kalmamış, terk edileceğinden korktuğu için hep önce o terk etmiş. Göründüğü gibi sert ve duygusuz değil aslında sadece onulmaz bir boşluk taşıyor ve bu boşlukla ne yapacağını bilmiyor. Aile kavramını, aşkı, aşk uğruna neler yapılabileceğini, anneliği sorguluyor roman. Süreyya’nın hikayesiyle annesinin hikayesi paralel ilerliyor. İkisinin hikayeleri de açıldıkça geçmiş defterler ortaya dökülüyor. Mesude; kızının bir yalanla yaşamaması, gerçekleri öğrenmesi için arıyor Süreyya’yı ve ona anlatıyor. Anlatırken anlıyor ki ikisi de aynı suçun mahkumları. Biri aşkı için kızını terk ederken diğeri aşkına rağmen kızını terk ediyor. Süreyya kızıyla bir bağ kuramayacağından korkup kaçıyor ve bunu yaparken annesinden böyle gördüğü için mi böyle yapıp yapmadığını sorguluyor. Kitabın sonunda annesiyle olan gelişmelerin ardından kendi kızıyla olan ilişkisini de sorgulamaya başlaması aslında anneliğin öğrenilen bir şey mi yoksa kadının doğasında olan bir şey mi olduğunu sorgusunun yansıması diyebiliriz.

Süreyya yalnızlığı seçmiş bir kadın, bu yüzden geçmişi çok hareketli sayılmaz. Ama kendi geçmişiyle Türkiye’nin ve Dünya’nın da geçmişini harmanlıyor, bu da romana yer yer hareket kazandırıyor. Ülkenin yakın tarih panoramasını yakından görebilme imkanına sahibiz bu romanda ama siyasi bir roman olduğunu düşünmüyorum çünkü bu romanın derdi karakterlerinin iç dünyasındaki çalkantılarla; ülkedekilerle değil.

Unutma Beni Apartmanı aslında tek bir roman kılıfının altında birçok romanın olduğu bir kitap. Kitabın kurgusunda bu mesleğin ve yazılan romanların büyük bir önemi olduğunu düşünüyorum. Dikkatli bir okursanız kitapların Süreyya’nın hayatından otobiyografik unsurlar taşıdığını fark edebilirsiniz. Bu, Süreyya’nın farkında olmadan romanlarla, yarattığı karakterlerle kendisiyle yüzleştiğini, geçmişini temize çekmeye çalıştığını gösteriyor. Karakterlerinin kaderini kendi kaderiyle birleştirirken kendisine anlatmaktan korktuğu şeyleri aslında birçok insana anlattığını da fark ediyor. Yazmanın insan üzerindeki etkilerinden biri olarak değerlendirilebilir bu, çünkü Süreyya yer yer yazıyı kendisini tanımak için bir ayna gibi kullanıyor. Yazarın kurgudaki başarısını da en çok burada görüyoruz çünkü temel izleği romandan farklı olan hikayeleri yazarken ana konudan ve ana karakterlerden kopmadığını, bu hikayelerin de ana konudan izler taşıdığını görmek mümkün.

İlk romandan bu kadar bahsetmemin sebebi Elif Tanrıyar’ın t24.com’daki Yıldırım hakkında yazdığı kritikte bu roman için “kendisinden sonra geleceklere can suyu” tanımlaması yapması. Bu tanıma sonuna kadar katılıyorum zira bu romanda gördüğümüz pek çok şey diğer eserlerde de karşımıza çıkıyor.

Rüyalar Anlatılmaz

2012 yılında Doğan Kitap tarafından basıldı. Romanı okuduğumda aklıma Tolstoy’un “Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir” sözü geldi. Bu iki ögeyi de içinde barındıran bu roman muhteşem sıfatını da hak ediyor bence. Ortadan kaybolan kocası Eyüp’ü aramak için yaşadığı ülkeden, İspanya’dan kalkıp İstanbul’a onun arkasından gelen Pilar’ın bu yolculuğuyla başlıyor roman. Temelinde, Pilar’ın kocasının rüya defterinin rehberliği eşliğinde onu daha önce hiç görmediği bu şehirde aramasını konu alıyor. Fakat yazar her karakterinin iç dünyasına öyle net ve keskin aynalar tutuyor ki hikaye sadece Pilar ve Eyüp’ün hikayesi olmaktan çıkıp Bahriyeli ailesinin hikayesine dönüşüveriyor.

Anlatıcı her bölüm farklı bir karaktere odaklanan üçüncü şahıs hakim bakış açısına sahip. Bu açı karakter gelişimini sağlam ve başarılı hale getiriyor ve onların şimdiki davranışlarını besleyen ve bunlara sebep olan geçmişlerini anlatırken karakterlerin ruhsal dünyalarını çözümlüyor. Örneğin kitabın ilk sayfalarında kötü ve kaba görünen Veysel ve Perihan’ın bu hale gelmesinin altında yatan şeyleri karakterlerin kendi bölümlerinde görebiliyoruz. Bununla birlikte bu üslup aynı olayı farklı karakterlerin bakış açılarıyla aktararak onları üç boyutlu hale getirip empati yapabileceğimiz kişiler haline sokarak okurun ön yargılarını kırmasını sağlıyor. Örneğin Eyüp ve Veysel’in okulun önündeki karşılaşmalarının ikisinin ağzından da anlatılışı iki karakter hakkında da kesin yargıya varmayı zorlaştırıyor bu da karakterleri ve romanı hayata daha da yakınlaştırıyor. Önceki romana kıyasla dile verilen ağırlık kendisini epey hissettiriyor.

Romanın teması bana kalırsa arayış. Eyüp’ün geçmişini, Pilar’ın kocasını, Müesser ve Veysel’in tutunacak dal ve Perihan’ın kendine ait bir oda arayışı. Kendine ait bir oda, evet. (Buradaki Virginia Woolf referansını sadece ima ediyorum, çözümlemesi ve bundan ayrı tatlar çıkarması size kalmış.) Perihan, yalnız kalabilmek ve belki kendi olabilmek adına kendine ait bir oda arıyor. Pilar Eyüp’ü ararken hiç bilmediği bir şehri ve kendisini de keşfediyor. Müesser ve Veysel kirli geçmişlerini ve büyük aile sırlarını saklarken koruduklarını düşündükleri Eyüp’ten uzaklaşırken kaybettikleri ailelerini arıyor ve birbirlerine yaklaşıyorlar. Önceki kitaptaki aile kavramının sorgulanışının bu kitapta daha da derine indiğini görüyoruz.

Saklı Bahçeler Haritası

2013 yılında yine Doğan Kitap bünyesinde çıktı. Unutma Beni Apartmanı’nda Süreyya’nın arkadaşı ve bir yan karakter olarak karşımıza çıkan Rıdvan burada ana karakter. Bu da metinlerarasılık ya da Mario Levi’nin deyişiyle “metinler arası karakterler dayanışması”. Önceki romanda birden ortadan kaybolan Rıdvan bu kitapta karşımıza çıkarak okura hem kayboluşunu hem kendisini anlatırken Süreyya’dan da haber veriyor. Fakat bu bir devam romanı değil, sadece sadık okurlarına küçük bir jesti Yıldırım’ın.

Bir yayınevinde genel yayın yönetmeni olarak çalışır Rıdvan, fakat düzenli hayatı isimsiz mektuplarla sarsılmaya başlar. Ne kendisine yazılmıştır bu mektuplar ne de tanıdığı birine. Üstelik neredeyse elli yıl öncesinden gelmektedir, 1960’lı yıllardan. Başlarda mektupları o kadar da önemsemez çünkü ilgilenmesi gereken bir yığın kitap dosyası ve yazar vardır. Fakat mektubu gönderen kişi gemi azıya alarak Rıdvan’ın kapısının önüne kadar gelince konudan oldukça rahatsız olur. Rıdvan mektupları gönderenini bulmak uğruna küçük bir hafiyecilik oynamaya bile kalkar.

Bu esrarengiz mektuplar 1930-1960 yılları arasında yazılmış, İstanbul ve Berlin’den geldiği belirtilmiş Suad ve Behiye adındaki iki kız kardeş tarafından imzalanmıştır. Suad cumhuriyetin 10. yıl kutlamalarının ardından eve döndüğünde kız kardeşi Behiye’nin aynı zamanda Suad’ın da sevdiği Franz’la Almanya’ya kaçtığını öğrenir. Behiye yıllar sonra kardeşine kendisini affetmesi için mektup yazar ve birbirlerine ayrı geçirdikleri zaman boyunca neler yaptıklarını anlatırlar. Behiye Avrupa’nın bu en karışık döneminde kıtanın en hareketli yerlerinde gazeteci kocasıyla birlikte bilinmeyen bir yazarın peşinde koşar durur. Onun maceraları sayesinde İspanya İç Savaşı’nın ve İkinci Dünya Savaşı’nın en gürültülü ve kıvılcımlı anlarına şahit oluruz. Aynı zamanlarda Suad da genç cumhuriyetin dalgalanmalarına, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları gibi ülkedeki karışıklıklara şahit olmaktadır.

Rıdvan’ın anlatıldığı kısımlarda dil daha dinamik, daha günümüze yakın. Fakat mektuplarda dilin ağırlaştığını görüyoruz. Bu mektupların ağır havası temadan ya da bahsi geçen savaş ve yokluk dönemlerinin karanlığından ve ağırlığından kaynaklanıyor olabilir. Mektuplar esasında ana izleğin yani Rıdvan’ın hikayesinin yanında bir yan hikayecik gibi görünüyor fakat zamanla öyle olmadıklarını anlıyoruz. Mektupları gönderen kişinin isteği üzerine Rıdvan Süreyya’nın hayalet yazarlığını yaptığı yayınevi sahibi NY’ye romanın sonunda bir mesaj atıp NY’nin yeni kitabının adının Saklı Bahçeler Haritası olduğunu söylüyor. Bu da kendi hikayesini yan hikayecik konumuna düşürürken mektupları ana hikaye haline getiriyor. Unutma Beni Apartmanı’ndaki gibi yan hikaye, yani Rıdvan’ın hikayesi ana hikayeye girişlerde en heyecanlı yerlerde kesilmiş, bunun okumanın akıcılığını sağlamak için yazar tarafından oynanan küçük bir oyun olduğunu söyleyebiliriz.

Birbirinin içine geçmiş iki hikaye var romanda, biri şimdiki zamanda biri daha eski zamanlarda. Burada Yıldırım’ın kendisini aştığını görüyoruz. İlk romanda kurgu konusunda kendisini sınayan yazar ikinci romanda dilde bir yetkinliğe ulaşmıştı. Bu romanda bu iki yetkinliğini de kullanarak anlatımını daha da güçlendiriyor ve neredeyse usta işi bir kitap sunuyor okurlarına. Mektuplardaki anlatımla Rıdvan’ın anlatımı arasındaki farkı koruyabilmek adına bir sözlük bile oluşturduğunu söyleyen yazar bu romanı yazmak için tarih dersine de sıkı çalışmış.

Unutma Dersleri

2015 yılında Doğan Kitap tarafından basıldı. Roman evli bir kadın olan Feribe’nin unutmaya çalıştığı yasak aşkını konu alıyor. Unutmak için Mazi İmha Merkezi’ne giden Feribe orada aşk acısını unutmaya çalışırken aslında unutmanın değil hatırladıklarınla yaşamanın marifet olduğunu öğrenir. Burada konu olarak Rüyalar Anlatılmaz’la küçük bir paralellik olduğunu söyleyebiliriz zira orada da Eyüp hatırladıklarıyla yaşamayı öğrenmeye çalışıyordu.

Feribe’yle günümüz şehirli kadının portresi çiziyor yazar. Mutlu bir evliliği olan ve bir bankada memurluk yapan Feribe’nin hayatı yaşadığı yasak aşkla içinden çıkılmaz bir bunalıma bürünür. Acısını unutmak için Mazi İmha Merkezi’ne –kısaca MİM- gider. Yazar burada günümüz mutluluk tüccarlarını hicvediyor esasında. MİM’de unutmanın hatırlamakla başlayacağını ve önce affetmeyi gerektiğini öğrenir. Bu derslerle kafası son derece meşgul olduğu için dalgın olan Feribe bir de bankada hırsızlık suçlamasıyla karşı karşıya kalır.  Karakterin sadece iç değil dış dünyasının da olduğunu hatırlatıyor yazar burada, hayatın her şekilde devam ettiğini. Roman ilerledikçe Feribe’nin geçmişinin karanlığı gün yüzüne çıkar ve unutması ve affetmesi gerekenin kendisi ve kendi geçmişi olduğunu fark eder.

Bu romanı diğerlerinden ayıran en büyük özelliği dilinin son derece hafif olması. Yıldırım kalemini her zaman biraz mizaha bandırarak yazıyor zaten ama bu romanda diğerlerindeki kasvetli havadan kurtulmuş. Konusu aşk acısı gibi ağır bir konu olmasına rağmen mizahi bir anlatımı var. Aşk acısı edebiyatın en kadim konularından biri ve aslında son derece dramatik olarak anlatılabilecek bir konu. Genç Werther’in Acıları örneğin, yazıldığı dönemde okurlarının pek çoğunu intihara sürükleyecek derecede acılı bir anlatımı vardır o kitabın. Ancak Unutma Dersleri’nin 43. sayfasında dediği gibi “Hayatta manalar hep aynıydı, geri kalan sadece üslup meselesiydi.” Burada Yıldırım haklılığını romanının üslubunun temanın ağırlığını hafifletmesiyle kanıtlıyor.

Dokunmadan

Yazarın son kitabı 2017 yılında hepkitap’tan çıktı. Bu kitapta yazar her zaman yaptığı gibi karakterinin kişisel belleğini toplumsal bellekle harmanlıyor. Kişinin yaşadığı zamanın koşullarıyla harmanlandığını söyleyen yazar, bu romanda çağımızın vebası olduğunu düşündüğü suçluluk duygusuyla boğuşturuyor ana karakteri Adalet’i.

Genç bir kadın olan Adalet ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenince ilk günahını bulup kendini temize çekmeye karar verir. Bunun içinse sadık ve kadim dostu Hülya’yı, yani çocukluk arkadaşı Mahsun’un elinden zorla aldığı oyuncak ayıyı, asıl sahibine vermesi gerektiğine karar verir. Mahsun’u ararken çıktığı yolculuk onu yaşadığı memleketin ve kendi iç coğrafyasının bilmediği noktalarına götürür. Edebiyatta yolculuk neredeyse her zaman karakterlerin olgunlaşması için sembol olarak kullanılmıştır. Burada da Adalet’in yolculuğun sonunda kendisiyle tanıştığını olgunlaştığını görüyoruz. Yol arkadaşı Hülya ve çılgın bir “tesadüf” sonucu yol arkadaşı olduğu Sadi Seber’le gittikleri şehirlerde ülkeyi tanır. Gittiği şehirlerde oralarda olan kötü olayları getirir rüzgar gözlerinin önüne. Bu olaylar hepimizin bildiği, her gün duyduğu ama duymazdan geldiği, yazarın deyimiyle “körgörü”lük yaptığı olaylardır. Çaybeli şehrinde dövülerek öldürülen üniversiteli genç, Uzun Cadde’de patlayan bombalar aslında son derece tanıdıktır.  Yazar belki eleştiri oklarını şaşırtmak için bunu yapmış olsa da aslında ok hedefini buluyor. Adalet’in “körgürü”lük yaparak, bildiği duyduğu şeyleri görmezden gelerek, “dokunmadan” yaşayışı günümüz insanlarına bir ayna tutuyor.

Yazar bu kitapta önceki kitaplarına da selam çakıyor. Süreyya gibi bir kadın olan Adalet bir ara MİM’den de bahsediyor. Sorgulanan kavramlar yine aynı: toplum, aile, normlar. Yazarın kurguyla ve kalemiyle olan savaşının belki de en güzel ve olgun ürünü bu roman. Zamanı çizgisel olmayan bir düzlemde yoğurmuş yazar, şimdiyle geçmiş arasındaki geçişler öyle yumuşak ki hafif bir dalgalanma gibi geliyor bu yirmi yıllık fark. Hüznün ağır bastığı tonsa zaman zaman mizahla kırılıyor elbet. Burada da Sadi Seber gibi fırlama diyebileceğimiz bir karakterin epey yardımı dokunuyor.

Sonuç

Nermin Yıldırım’ın kendine has bir üslubu var. Dikkatli ve iz sürmesini bilen okurlar için kitabın sonuyla ilgili bol ipuçları serpiştiriyor satır aralarına. Bunlar elbette hemen kitabın sonunu anlamanızı sağlayacak aşikar ipuçları ya da kelimeler değil ancak okudukça önemini kavrayacağınız, tahmin yürütmenizi sağlayan ve düşünmeye iten şeyler. Yıldırım, aslında sadece kitabın son sayfalarında değil, sonunda çözülecek olan düğümleri bir bir atarken de iyi okurun eline ipin bir ucunu tutuşturarak aynı anda hem atıyor hem çözüyor. Buna örnek olarak Saklı Bahçeler Haritası’nda Suad ve erkek kardeşi Fuad’ın adlarının benzerliğinin yanında Behiye’nin adının farklılığı yüzünden aileye ait değilmiş gibi durması ve Dokunmadan’da ayının adının hayal demek olan Hülya olmasını verebilirim. Bu üslubu da kitabı daha da benimsemenizi sağlıyor kanaatimce.

Yıldırım’ın uğraştığı konular da birbirine oldukça yakın. Her romanında aile ve kadınlık kavramını derinden sorguladığını görüyoruz. Bunun yanında toplumsal tarihi de yakından inceleyen yazar; dünya ve ülke tarihinden kesitlerle insanların yaşadıkları dönemlere göre şekillendiğini de anlatıyor. Ve elbette aşka dokunmadan geçmiyor yazar, kimi karakterlerinin uğramadığı bir durak kimi karakterlerinin panzehrini bulmaya çalıştığı bir zehir olarak çıkarıyor aşkı karşımıza. Aynı zamanda insan psikolojisinden de çok iyi anladığını gösterir nitelikte hemen her romanını psikolojik bir düzleme yerleştiriyor.

Karakterleri de benzer özellikler taşıyor diyebiliriz. Zaafları, inişleri-çıkışları, kusurları, iç çatışmaları ve hesaplaşmalarıyla sahici ve anlayabileceğimiz, empati kurabileceğimiz karakterler yazıyor Yıldırım. Klasik edebiyatın “kahraman” anlayışından uzak, hemen her yerde hatta aynada bile görebileceğimiz, kusurlarıyla var olan ama bunlarla yaşamayı öğrenen ya da en azından öğrenmeye çalışan, kusursuzmuş gibi olmayan karakterler yazıyor. Süreyya’yı, Rıdvan’ı, Suad’ı Pilar’ı, Eyüp’ü, Feribe’yi, Adalet’i okurken aslında kendimizi, ana-babamızı, sevgilimizi ya da arkadaşımızı okuyoruz. Edebiyat da bunun için yok mu zaten, bizi bize farklı çerçevelerden göstermek için?

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu