EdebiyatHikaye

Sadakat

İstiklal Caddesi’nin başındaydı. Hızlı hızlı yürüyerek şişhane metro girişine gitmeye çalışıyordu. Bir yandan gözü saatte dakika hesaplıyordu. Metrodan indikten sonra kaç trenine yetişebilirdi, hangi saatte binerse hangi saatte inerdi, tam olarak eve kaçta varacaktı… Kafasında kurarken daha da hızlandı. Koşar adımlarla giderken bir anda durdu. Yorulduğunu hissetti, bu derin bir yorgunluktu. Metroya yetişmekten daha derin bir yorgunluk. Durdu ve etrafına baktı, kalabalık içinde hayatın akışına kendini bırakamayan bir tek kendisi miydi? Durduğu anda kafasına üşüşen binlerce soru arasında birisini seçti “Neden?”. En güzeli bu olmalıydı, tüm cümlelerinin sonunda yer almasını istediği bir kelimeydi bu. Her şeyin gerçekten bir nedeni var mıydı, yoksa bu yorgunluğun tek sebebi kendisi miydi?

Önce kendini suçladı. Sonra da suçunun ağırlığı doldu gözlerine. İstanbul’un sesleri arasında yavaşlattı adımlarını. Yavaşlamak onun için bir lükstü biliyordu. O yetişmeliydi her zaman… Her zaman yetişmesi gereken bir yer vardı. Neden canı istediğinde yolda durup kestane yiyememişti, neden durup sokak müziğini dileyememişti, içindeki bu huzursuzluğun sebebi neydi?

Kendi cevaplarından kaçtı, içinde bastırmak zorunda kaldığı sesleri sokağa bıraktı, duymaktan kaçtı.

Duyarsa başka birisi mi olurdu bilmiyordu, başka birisi olmaktan kaçtı, yada zaten olmak istediği insana geç kalmıştı geç kalmışlığından kaçtı.

İstemese de kabul etmişti belli ki.

Arkasına dönüp caddenin başına baktı.

Varmak istediği yerden uzaklaşışına baktı, önce kendine sonra da arkasında kalan ara sokağa üzüldü. Buradan her geçişinde aynı hissi duyduğuna üzüldü. En sevdiği caddeden ağız dolusu gülerek geçemediğine üzüldü. Renkli ışıklara ve camlardaki yansımalara takıldı gözleri, her şey ne kadar da mutluydu. Bakarken, sevdiği ve mutlaka göz gezdirdiği antikacının camında kendini görgü. Mutsuz gözlerini gördü. 1 saat önceki içi gülen gözlerinden kaçtı.

İnsan isteyip de olamadığı yerlerden mi ibaret? diye düşündü. Saatine baktı, metroya binmesi gerektiği zaman geçmişti. Dedi ki kendine, bir caddede cama yansıyan yüzüme bakmaya bile vaktim yokmuş.

Benim her şeye gücüm vardı ama zamanım yokmuş diye tekrarladı ve devam etti.

Şişhane metro girişinin önüne gelmişti. Burada ne çok şey vardı. Gözünden anılarını geçirdi. Sonra geç kalmayı seçti. Geç kaldığı çoğu şeyin hatırına. Birkaç metre ileride ilk defa iki kez arka arkaya çay içtiği yer vardı. Neden iki kez çay içtiğini düşündü. Bu onun kendince zamanı uzatma şekliydi. Gülümsedi buruk bir şekilde. Geç kalmışlığına iki çay daha ısmarlamak istedi. Bu onun sessizce kendinden özür dilemesiydi. Yavaş adımlarla ilerledi uzaktan gelen müziği hatırladı. Çayı içtiği masanın karşısında biraz durdu. Oturmaya yeltendi ama çekindi. Çay hep iki kişilikti ve yalnız olan kahve miydi diye düşündü. Ne çok düşündüğünü fark etti. Ne çok düşünmek zorunda olduğunu…

En son ne zaman düşünmeden bu sokağı ziyaret ettiğini düşündü, bulamadı. Oturdu masaya. Karşısındaki boş sandalyeye gülümsedi. Yeşil bir cam şişesi geçti hatırından. Olsa masada olurdu elbette dedi. Çayı gelmişti. Şekerleri garsona geri verdi. Uzun zamandır şeker kullanmıyordu. Gözlerini kapattı anıları kurcaladı. Birden geri açtı ve çayını içti. Dirseklerini masaya dayadı ve yüzünü ellerinin arasına aldı. Dinginleşmişti. Aklından ‘masada masaymış ha’ şiirini geçirdi. Oda bir bir koydu masaya. Önce içindeki sıkışmışlığı koydu, arada kaldığı o sokağı koydu, saatini çıkardı ve ona en ağır gelen zaman hesabını koydu, telefonunu sessize aldı ve masaya koydu. Masada masaymış ha bak benim taşımakta zorlandığım şeyleri aldı omuzlarına dedi, gülümsedi içinden. İçinden gülümsemeyi küçükken öğrenmişti. Sonra çıkardı kocaman bir sevgi koydu, birde bunca şeye rağmen halâ onu o caddeden bıkmadan geçiren sadakati koydu. Baktı, en büyüğü oydu. Demek bunun için değermiş dedi. Sonra karşısındaki sandalyenin boş olduğunu yine gördü, hayal kırıklıklarını da masaya koydu. Ve ikinci çayı içip masadan kalkarken üzerindeki pembe eteği de masaya koydu. Tramvaya baktı, fotoğraf çekilmek için doluşan insanlara baktı, benimde fotoğrafım vardı dedi, fotoğrafı da hatırından çıkarıp masaya koydu.

Metro girişine gelmişti. Köşede kendi kitabını satmaya çalışan bir çocuk vardı hep vardı ama hiç almamıştı. Diğer sefere o kitabı alacağım dedi. Şimdiye kadar alamadığı için kendini hiç bilmediği bir kitaba karşı mahcup hissetti. Sonra sokağa baktı. Çok geç kalmıştı. Sokağı arkasında bıraktı. Bırakmak zorundaydı. Çünkü 21.yy’ın sadakat öyküleri böyle biterdi.

gltnhzr

Sevgili Lanu...

İlgili Makaleler

4 Yorum

  1. Hayatımız boyunca yaşadığımız telaşın, bulamadığımız zamanların, içemediğimiz çayların hesabını sormak… Cesaretini ve tasvirini tebrik ederim…

  2. Kalemine sağlık, yüreğine aferin, güzel.
    21. Yüzyıl sadakati için fazla uzun olmuş.
    Hikayenin zorunluluk ile bitmesine saçma bir şekilde üzüldüm. İstiklal caddesi meydandan başlar bu arada, küçük bina numaraları meydan tarafında. Gerçi aritmetiğin dışında bence de başlangıç noktası meydan olmalı, cadde Galata’ya varmalı. Çay faslı ve masa düş ürünü mü tren gibi? Finalde sadakat demeseydin başlıkta sadakat yazdığını unuturdum. Sadakat !
    W

    1. Güzel yorumunuz için teşekkürlerimi bırakıyorum.. Belkide halâ sadakata inandığım için uzamıştır, 21.yya rağmen. Başlangıçlar aslında insan nerde fark ettiyse orası olabilir bu arada hikaye taksimden galata istikametine doğru 🙂 çay faslı ve masa fazla sadakat sahibi iki nesne o nedenle düş ürünü değil tramvay gibi..

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu