“Fakat tarihin hiçbir döneminde dünya üzerindeki bu kadar derdin, problemin, olayın bilgisine sahip olup da bunlar karşısında kendini bu kadar aciz hisseden bir nesil olmamıştır.
Toplumsal olayları ve kültürün artan trajedisini izlerken, Gaspar Noe’in Geri Dönüş Yok (The Irreversible) filminde bir seyirci gibiyiz; elimizden hiçbir şey gelmiyor ve geri dönüş yok.”
George Simmel’in kültürün artan trajedisi kuramıyla (Trajedy of Culture) ilk karşılaştığımda, sorunlarımın (en azından yaşam felsefesine dair) kaynağına ve içimdeki bitmek bilmez sıkıntıya, bir anlam verebildim. Fakat bunun bir trajedi olduğu gerçeği, yani bunun önlenebilir olamayacağı gerçeği de canımı hep acıttı. Yazıyı okumadan önce şunu söylemek isterim ki; bu beni yıllardır düşündüren bir konsept. Fikriniz, sosyolojik bir eleştiriniz ya da katkınız olursa yorum yapabilir veya direkt benimle iletişime geçebilirsiniz.
Zaman içinde nesnel kültür (tüm insanlar ve kuşaklar olarak büyüttüğümüz kültür) katlanarak büyürken, bireysel kültürün (insanların nesnel kültür ögelerini üretme, içine çekme ve kontrol etme yetisi) çok az artmasıyla kültürün trajedisi başlar. Zaman içinde, insanların yaratıcı olma yetisi çok az artar. Yani, yarattığımız dünyayı daha az anlamaya ve onun tarafından daha çok kontrol edilmeye mahkûm oluruz. Marx’ın yabancılaşma terimine benzer gibi görünse de burada çok büyük farklar var. Marx’ın yabancılaşma terimi: kısaca insanların üretim faaliyetleriyle, ürettikleri ürünlerle, beraber çalıştıkları isçilerle ve kendi potansiyelleriyle aralarındaki doğal ilişkilerin yıkılmasıdır. Konumuz yabancılaşma terimi olmadığı için, bu yazıda bu konuya çok değinmeyeceğim. Fakat Simmel‘den en basit farkla, Marx yabancılaşmayı dönemsel bir şekilde değerlendirir (artı değerin sömürülmesi, kapitalist üretim sekli vb.) Bazı şeyleri gözden kaçırma pahasına, bu konuda aklımda uyanan şeylerden bahsedeceğim. Simmel’in bahsettiği kültürün artan trajedisi, önlenemeyen ve artan bir trajedi olarak, yakın tarihte başlamadı. Aslında bu trajedi, grup dışında kurduğumuz ilişkiler ağı ve iş bölümü ile başladı. Bu konuya açıklık getirmek için birkaç örnek verelim.
Örneğin, günümüzde bir doktor bir alanda uzmanlaştığı zaman katkıyı kendi alanına yapar. Uzmanlaştığı alana yaptığı katkılar arttıkça tıp alanı bilgisi artmaya devam eder. Ama bu artış karşısında diğer alanlarda uzmanlaşan doktorların bireysel bilgisindeki artış aynı hızda ilerlemez. Tıp alanının gelişimi (yani insanların ortak katkıları ile oluşan alan), bireysel olarak bu alandaki doktorları her zaman geride bırakacaktır. Ve aslında şu andaki durum öyle bir şeydir ki; bir tıp doktoru, tıp alanındaki tüm bilgi birikimine asla tamamen hâkim olamayacak ve olma zorluğu da giderek artacaktır. Bunun bir üst boyutunda, diğer alanlar gelmektedir. Tıp alanının, mühendislik alanının, teknolojinin önlenemez yükselişi (burada tekrar vurgu yapmak istiyorum ki; bu yükseliş bireysel olarak her birimizin eylemleri ile gerçekleşti ve gerçekleşmeye devam edecek) birey olarak insanı bu bilgi karşında çaresiz bırakmaktadır.
Başka yönde bir örnek olarak; Harari‘nin de bir çok röportajında değindiği gibi „günümüz dünyasında akıllı telefon kullanmamak“ bir lükstür. İnsanlar tarafından yaratılan toplumsal yapılara ayrı ve gerçek bir varoluş bahşediyoruz ve onun dışına çıkamıyoruz. Bugün bir iş görüşmesine gittiğiniz de, e-mail kullanmadığınızı, akıllı telefonunuz olmadığı için Whatsapp kullanmadığınızı, isterlerse sabit hat üzerinden tabii ki size ulaşabileceklerini söylediğiniz zaman, iş görüşmesinde tepkiler ne olurdu acaba? Sizi yine de üstün yeteneklerinizden dolayı işe alırlar mıydı?
Eskiden durumu şu şekilde düşünürdüm. İnsanlar bunu engelleyebilir. Bir gün, böyle bir alternatif dünya yaratılabilir. Bu sadece sistemle ilgili bir durum. Fakat son dönemlerde anladım ki, bu sistemle ilgili bir durum değil. Bu, tam da Simmel’in bahsettiği bir kültür trajedisi. Bu, bir trajedi çünkü insan olarak varoluşumuzu buna borçluyken, şimdi bu trajediyi yine buna borçluyuz. Biz, bizim tarafımızdan yaratılan toplumsal yapılara ayrı ve gerçek bir varoluş bahşediyoruz. Bu sebeple bu koskoca kültür karşında kendimizi aciz, zayıf, çok problemleri olan fakat hiçbir çözüm üretemeyen insanlar olarak görüyoruz. Ünsal Oskay hocaya hangi dönemde insanın daha mutsuz olacağı sorulduğunda, “galiba iletişim teknolojilerinin dijitalleşmesi sonrasındaki nesil daha mutsuz olacaktır” diye cevap veriyor. Kültür trajedisi tabii ki tüm insanlık tarihi boyunca artıyordu. Nesnel kültüre karşı bireysel kültür yabancılaşıyordu. Fakat tarihin hiçbir döneminde dünya üzerindeki bu kadar derdin, problemin, olayın bilgisine sahip olup da bunlar karşında kendini bu kadar aciz hisseden bir nesil olmamıştır. Toplumsal olayları ve kültürün artan trajedisini izlerken, Gaspar Noe “Geri Dönüş Yok” (The Irreversible) filminde bir seyirci gibiyiz; elimizden hiçbir şey gelmiyor ve geri dönüş yok.
Bu yazıda sadece sorunların (en azından yaşam felsefesine dair) kaynağını ve içimdeki bitmek bilmez karamsarlığı açıklamaya, şeyleştirmeye çalıştım. Bunun bir trajedi olduğu gerçeği, yani bunun artık önlenebilir olmayacağı gerçeği ile karşı karşıya olmama rağmen, diğer yazımda bunun için gündelik çözümler bulma girişimlerini yazacağım. Peki tarihte hiç olmadığı kadar derdi, problemi, olayı bilme lanetine kapılmış bizler, kültürün bu önlenemez trajedisi karşında ne yapacağız? Bir sosyoloğun dediği gibi, ilk önce hastalığın adını ve teşhisini koyalım. Çözümü sonra düşüneceğiz.
Uğur Can Büyüknisan
Kaynakça:
George Ritzer & Jeffrey Stepnisky (2013) Contemporary Sociological Theory And Its Classical Roots: The Basics.