EdebiyatHikaye

Bir Keşif Macerası

Göbeklitepe‘deki arkeoloji çalışmaları hız kesmeden devam ediyordu. Araştırmalar görünürde bize en eski medeniyetlere açılan bir kapıydı. Herkes bunu böyle biliyordu. Ama aslında olayların arka planında çok daha farklı gizler vardı. Herkesten sır gibi saklanan sadece orada araştırma yapan bir grup tarafından bilinen gerçekler… Bilge kazı alanından çıkıp, kazı alanının iki üç kilometre ötesinde bulunan, günlerdir araştırmalarını yaptıkları, çadıra ulaşmak için siyah turuncu karışımı Enduro model motoruna ilerledi. Son kez sırt çantasını kontrol ettikten sonra motora atlayıp kurdukları çadır üssünün yolunu tuttu.

Ağustos ortasında oldukları için hava epey sıcak ve yakıcıydı. Bu sebeple Bilge kumral uzun saçlarını örgü yapmayı tercih etmişti. Bir an önce çadıra gitmek ve biraz serinlemek istiyordu.

Sıcak ve yorucu geçen yolculuğun arkasından büyük beyaz çadıra geldiğinde birlikte çalıştıkları bir grup arkeolog ve bilim insanın öğle molası verdiklerini gördü. Nihayet o da bir şeyler yiyebilecekti. Ama son derece heyecanlıydı; bir an evvel keşfettiği bilgiyi onlara söylemek istiyordu:

“Profesör, size inanamayacağınız haberlerim var.”

“Bilge neler buldun?”

Bilge büyük beyaz çadırdan içeri girdiğinde ortada duran büyük ahşap dikdörtgen masaya yaklaştı. Sırt çantasını alıp içinden birtakım belgeler çıkardı. Sonra da kamerasını alıp çektiği fotoğrafları gösterdi.

“Bakın, bu geçen ay bulduklarımız bize yeni bir yol haritası çıkarmamız gerektiğini söylüyordu. Ama bugün bulduklarım çizdiğimiz yolun aksini gösteriyor.

“Sanırım yeni bir yolculuğa çıkma vaktimiz geldi.”

Bilge bulduğu yeni bilgileri çevresini sarmış bilim insanlarına anlatmaya devam ediyordu. Edindiği bilgiler oldukça merak uyandırıcıydı. Zaten uzun bir zamandır peşine düştükleri gerçeğin ya da teorilerin onları yanlış çıkarmayacaklarının farkındalardı. Başlangıçta üsleri onların keşfini saçmalık olarak değerlendirip bir kenara atmışlardı ama Profesör Adil Kaya onlara inanmış ve bunun doğru olabileceğini savunmuştu.

İşte böylece yolculukları başlamıştı.

Tabii bu çalışmanın bir dizi zorlukları olmuştu. Getirilen yasaklardan ötürü kaçak göçek çalışmalara devam ediyorlardı. Herkes onları sıradan işler yapıyor sanırken onlar belki de sekizinci bir kıtaya açılacak olan kapıyı keşfetmek üzere olan birer kaşifti.

“Bildiğiniz üzere daha önce bir harita çizmiştik ve bu yol bizi Hindistan’ın Agra kenti yakınlarına götürüyordu. Ama şu an edindiğim bilgiler yanlış yolda olduğumuzu gösterir nitelikte.”

Profesör, yakın gözlüğünü takıp artık daha az olan görme yetisiyle haritayı bir kez daha inceledi.

“Harika iş başardın Bilge. Sonunda hayalimiz gerçekleşmek üzere. Anladığıma göre Hindistan’a çok da uzak olmayan bir yerde olabilir. Yani Nepal’de. Araştırmalara devam edelim. Şimdilik her şey ortaya çıkana kadar her şeyin gizli kalması yararımıza olur.”

Ekip akşam olup da hava kararmaya başlayıncaya kadar buldukları şifreleri çözmeye uğraştılar. Artık bir şeyden emindiler: Aradıkları sekizinci kıta Hindistan’da değildi. Diğer yandan Nepal olma ihtimalinin doğru olup olmadığı konusunda henüz net bir karara varamamışlardı.

Uykusuz geçen günler sonucunda internet üzerinden buldukları, Josef Hasan Kartal isimli Türk asıllı bir İngiliz gezgin onlara bu görevlerinde yardım edeceğini söyledi. Yaptığı tüm gezileri kanalında paylaşan bu gezgin onlar için iyi bir rehber olacaktı.

Şu sıralar Nepal’de yaşıyor olması onların işini kolaylaştıracaktı.

Görüşmeler çevrim içi ortamda yüz yüze yapıldıktan ve gizlilik anlaşması da yapıldıktan sonra Nepal’e gitmek için önlerinde bir engel kalmamıştı. İlk etapta sadece profesör, Bilge ve teknolojik aletlerden sorumlu Ali Göksu birlikte gideceklerdi. Aradıkları yerin doğruluğunu ispatladıktan sonra diğer ekip üyelerini de haberdar edeceklerdi.

İşte beklenilen gün gelmiş ve ekip yola çıkmak için son hazırlıklarını bitirip havaalanına doğru yola koyulmuşlardı.

Nepal’e vardıklarında onları Joseph Hasan karşılayacaktı. İstanbul havaalanından kalkan uçak saatler süren bir yolculuğun ardından nihayet Nepal ulusal havaalanına iniş yaptığında ekip büyük bir heyecanla uçaktan inip Nepal topraklarına ayak bastılar. Onları havaalanında yeşil bir jeep ile Joseph Hasan karşıladı.

“Hoş geldiniz.”

Yeşil jeepe binip Nepal sokaklarında ilerlerken Hasan, onlara etrafı tanıtıyor bir yandan da aradıkları yer hakkında onlara detaylı bilgi veriyordu. Araştırmalara iki gün sonra başlayacaklardı. Şu anda Gandaki şehrinde bulunuyorlardı, gidecekleri yer ise Karnali kentiydi. Günü burada geçirip yarın erkenden Karnali’ye gitmek üzere yola çıkacaklardı.

“Dünya’da sekizinci bir kıta olduğunu bilmiyordum.”

“Fark ettiğimiz işaretlerin peşine düşene dek biz de böyle bir şeyin varlığından haberdar değildik. Aslında henüz ortada kesin olan bir durum yok ama olabileceğini işaret eden varsayımlar doğrultusunda bu işe baş koyduk.”

Gün boyu planlar yapılmış, gezginin verdiği bilgilere yönelik yeni bir yol planı çizilmişti.

Gidecekleri yer dev Kailaş Dağı’nın eteklerinde bulunan bir mağarada yer alıyordu.

Buraya çıkmak oldukça zor ve meşakkatliydi. Zaten bu yola çıkarken kolay olmadığını bilerek hareket etmişlerdi.

Ertesi sabah yeşil jeep ile birlikte Karnali kentine gitmek için yola koyuldular. Nepal oldukça dağlık bir ülkeydi. Her yere jeep ile rahat bir şekilde gidemeyecekleri için yolun kalan kısmını binek hayvanları ile birlikte kat edeceklerdi. Birkaç fil bakıcısı ile el yakan bir fiyata anlaşmışlardı.

Kailaş Dağı’na çıkmak kolay olmadığından fil bakıcıları ekstra ücret talebinde bulunmuşlardı. Ekip bu yüzden istedikleri paraya razı olmak zorunda kaldı. File bindikleri zaman Bilge korkmaya başladı.

Sarp kayalıklar yükselmeye devam ettiğinde ve filler yürümekte zorlandığında korkmamak işten değildi. Üstelik ilk kez böylesine zor bir yolculuğa çıkıyorlardı. Bu onlar için de kolay değildi. Ne pahasına olursa olsun bu keşfi sonuna dek götürmeliydiler.

Birkaç kez düşme tehlikesi yaşamalarına rağmen nihayet o zorlu yolculuğu atlatıp mağaranın önüne gelmişlerdi ki fil bakıcıları ekibin cüzdanlarını aşırıp geriye kaçtılar. Ürkek bir halde ne olduğunu anlamaya uğraşırken onlar çoktan gözden kaybolmuşlardı.

“Şimdi ne yapacağız?”

“Merak etmeyin, tanıdığım bir polis arkadaşım var. Bize yardım edecektir. Hemen arayacağım.”

Joseph, arkadaşı ile konuşurken ekip başka eşyaların çalınıp çalınmadığından emin olmak için çantalarını kontrol etti.

Neyse ki önemli belgeler ve aletlere dokunmamışlardı.

“Haber verdim. En kısa zamanda eşyalarınız bulunacaktır. Ama geriye dönmek için yeni binek hayvanları bulmak gerekecek.”

Mağaradan içeri adım attıklarında çevredeki oyuklardan içeri sızan öğle güneşinin ışıkları ile aydınlandığını gördüler. Mağara oldukça geniş bir alan kaplıyordu. Bilge çantasındaki haritayı çıkarıp gidecekleri yöne baktı.

Mağarada üç farklı yol vardı.

Üçü de farklı yönlere çıkıyordu. Mağaranın içi tıpkı bir üçgeni andırıyordu. Nihayet karşıda, en köşede bulunan yoldan ilerlemeye karar verdiler.

“Sanırım bu yoldan ilerlememiz gerekiyor.”

Profesör yeniden haritaya bir göz atıp, “Evet, doğru yoldayız.” Dedi.

Yol başlangıçta geniş ilerlemesine karşın ilerledikçe daralmaya başlıyordu. Karanlık olmaya başladığında da baretlerinde bulunan fenerleri açıp ilerlemeye devam ettiler. Dar yolda ilerlerken fare ve yarasa sesleri işitiliyordu. Bu da ilerlemelerini daha da zor hale getiriyordu.

Bir süre daha ilerlediklerinde ayaklarının altındaki yerin bir anda çökmesiyle kendilerini büyük bir çukurun içine düşerken buldular. Yere çarptıkları için ne kadar süredir bilmedikleri bir uykudan gözlerine çarpan parlak bir ışıkla açtılar. Meraklı gözler ile etrafı incelerken bunların saf altından kayalar olduğunu gördüler. Meğer Kailaş Dağı’nın derinliklerinde büyük bir hazine gizliymiş. Acaba kıta olarak aradıkları şey yoksa bu hazine mi diye düşünmeye başladıklarında ayaklanıp büyük çukuru keşfe daldılar.

Her bir yanı altınla çevrili bir oda gibiydi.

Bilge arka arkaya yürüyüp altınların nereye kadar uzandığını görmek için ilerlerken arkasındaki altından duvara yaslanması ile sırtüstü düşüverdi. İşte yeni bir kapı daha açılmıştı. Onları iki yol karşılıyordu. Birisinde, buldukları işaretlere benzer izler vardı. Diğeri ise ilerledikçe parlak bir ışığa çıkıyordu. Üstelik kulaklarına derinlerden duvara çarpan dalga sesleri geliyordu. Gezgin önden gidip baktığında gerçekten de deniz kıyısına çıktığını gördü. Yeniden geriye döndüğüne, “Yanılmışız, buradan çıkış yok. Diğer yolu deneyelim.” Dedi.

Onlar ilerlerken ikinci yolun hemen yanındaki ekibin fark etmediği kolu çevirip onları içeride bıraktı.

“Aptallar! Demek kıta arıyorsunuz, işte size kıta. Size teşekkür borçluyum. Uzun zamandır aradığım hazinenin yerini buldunuz.”

“Bizi kandırdın.”

“Siz kendiniz buraya geldiniz. Zorla getirmedim. Şimdi ölmeden önce son hayallerinizi kurun bakalım.”

Joseph onları geride bırakıp gittiğinde çaresiz etrafta bir çıkış kapısı aradılar.

“Nasıl çıkacağız buradan. Kısılıp kaldık. Demek bizi aracı olarak kullandı.”

“Ona güvenmekle hata ettik.”

“Şimdi duruma dövünüp durmayı bırakın çocuklar. Bakın duvarlarda o işaretlerden var, belki işaretler bize başka çıkış yolları gösterir.”

“Denemeye değer. Eğer biraz daha burada kalırsak havasızlıktan ölebiliriz.”

Girdikleri yer çok da geniş olmayan duvarlarla, daha önce Türkiye’dekine benzer işaretlerle dolu bir alandı. Uzun bir süre işaretleri takip ettiklerinde havasızlıktan yorgun düşmeye başladılar.

Demek kaderlerinde burada öylece ölmek varmış.

Bilge yaslandığı duvara çaresiz bakmaya devam ederken sevinçle hüzün arasında bir kahkaha attı.

“Profesör, biz kıtayı çok yanlış yerde aramışız. Baksanıza, işaretler bizi Kapadokya‘ya götürüyor. Bunu ölmeden önce öğrenmek oldukça şaşırtıcı oldu. Bunca zaman oradan oraya giderken dibimizde bir kıta yatıyormuş, haberimiz yokmuş. Ama bir anlamı kalmadı artık.”

“Demek Kapadokya ha! Tahmin etmeliydik. Buradan başlayıp orayı göstermişler meğer… Biz ters yönde hareket etmişiz. Ama olsun, güzel işler çıkardınız çocuklar. Sizinle gurur duyuyorum.”

“Bu bir veda konuşması değil, yeni bir keşfin konuşması olmalıydı profesör. Şimdi bizden eser bile kalmayacak. Bu sır da bizimle mezara gidecek. Bu mağara bize mezar olacak.”

Artık nefes almakta güçlük çekiyorlardı.

Gözleri ağır ağır kapanmaya başladığında damlalar süzülüp toprakla buluştu.

Saatler sonra gözlerini açtıklarında kendilerini bir hastane odasında buldular.

“Nihayet! Çok endişelendim sizin için.”

“Sen kimsin?”

“Ben joseph’in yardımcısıyım. Bana her şeyi anlatmıştı. Yaptığı şeyin delice olduğunu düşünüp peşinizden geldim. Sizi bulmak epey zor oldu. Ama başardım.”

“O nerede?”

“Altınlarla kaçarken yakalandı.”

Günler sonra yeniden Türkiye’ye döndüklerinde Kailaş mağarasında gördükleri işaretlerden yola çıkarak yeni bir çalışma başlattılar. Derinkuyu‘da bulunan yer altı şehri yakınlarında buldukları bir geçit sayesinde olayın aslında bir kıta değil daha farklı bir durum olduğunu anladılar. O mağaradaki altınların kaynağı burasıydı ve oradakinin onlarca katıydı.

Asıl konu ise bunu açığa çıkarıp çıkarmamaktı.

Durup bir süre düşündüler. Bunu tüm dünya duyarsa herkes buraya akın edebilirdi ya da ortaya çıkarabilirlerdi. Ama bu sefer de Kapadokya’nın kalbine zarar vereceklerdi. O gün, o mağarada olduğu gibi bu fikri mezara götürmeye karar verdiler.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu