Basamakları ağır ağır çıkıyorum sanki düşecek gibiyim. Başım dönüyor. Sıkı sıkı sarılıyorum merdiven korkuluklarına. Evim dördüncü katta asansör kullanmak istemiyorum. Nefes alamayacağımı düşünüyorum o an için. Kafamda yüzlerce soru, yüzlerce sorun var. Kocam bırakıp gitti, işten kovuldum. Üstelik birkaç gün önce de bir düşük yaptım. İçimde delice fırtınalar kopuyor ama bana kapısını açan bir Allah’ın kulu yok.
Başımda inceden giren bir sızı var. Artık dayanılmaz bir hâle geldi. Durmak istiyorum, sadece durmak… Yatağıma uzanıp saatlerce orada kalmak istiyorum. Henüz ikinci katın başındayım, vakit neredeyse öğle oldu. Her gün bu saatlerde işte olurdum. Bu kez farklıydı, işten kovuldum. Hayat sanki bana kötü bir şaka yapıyor gibiydi.
Kalan tüm gücümü toparlayıp daha sıkı sarılıyorum, adımlarım giderek güçleşiyor. Direniyorum. Hâlâ direniyorum, iki kat sonra yatağımda olacağım. Durup biraz sakinleşmeyi deniyorum. Sonra yatağıma uzanacak olmanın verdiği umutla ha gayret diyorum.
Hâlâ başım dönüyor, düşsem merdivenlerden yuvarlanırım. Bir yerlerim kırılır kesin. Arayıp soran da olmaz zaten, bir başıma kendime de bakamam. Kendine gel Ayla! Az kaldı.
Nihayet son basamağı da çıkmayı başarıyorum.
Geldim işte! Kapıyı açınca sorun kalmayacak. Çantamdan anahtarımı zorla çıkarıyorum. Anahtar deliğine sokacağım zaman bir ses işitiyorum. Bu esnada yan dairenin kapısı açılıyor. Yanıma birisinin geldiğini fark ediyorum. Sonra gelen kişinin yan komşum Zehra Teyze olduğunu görüyorum.
“Ayla, ne o bu saatte pek evde olmazsın sen.” Diyor kuşkulu bakışlarıyla. Sonra devam ediyor. Ama ben dediklerini anlamıyorum. Aslına bakarsak bir an evvel kapıyı açmak istiyorum.
“Kocandan haber var mı? Gitmiş dediler. Sahip çıkacaksın, böyle olmaz. Şu hâline bak.” Kınayan gözlerle yenide bakıyor bana.
Yığılıp kalmamak için zor tutuyorum kendimi. Sadece yatağıma gidip biraz olsun her şeyi unutmak istiyorum. Yapmak istediğim tek şey bu.
“Zehra Teyze eve girmeliyim.” Diyorum çaresiz. O ise ne hâlde olduğumu görmüyor ya da görmek istemiyor. Yeni bir dedikodu peşinde sadece. Ama benim ona istediğini vermeye gücüm yok.
“Girersin canım, sohbet ediyoruz.”
“Zehra Teyze girmeliyim.”
Sadece eve girmek istiyordum. Yatağıma uzanmak. Zaten baş ağrım da arttı. Çatlayacak gibi zonklamaya devam ediyor.
“Bak benim bir arkadaşın komşusu…“ Konuşmayı uzatmaya devam ediyor. O an ses tonumun nasıl çıktığına dikkat etmeden konuşuyorum. Belki de sesim olduğundan çok daha fazla çıkıyor.
“Yeter Zehra Teyze, sadece eve girmek istiyorum.”
O sırada elim hâlâ anahtarın üzerinde, anahtarı çeviriyorum, nihayet kapı açılıyor. Zehra Teyze ses tonuma alınmış olacak ki yüzünü buruşturup yan dairenin kapısından içeri giriyor.
İşte, tüm sesler sustu. İstediğim oldu artık. Uzun koridorun sonuna zor ulaştığımda beyaz ahşap giysi dolabından pijamalarımı çıkarıp ağır ağır üzerimi değiştiriyorum. Doğrusu o kadar yorgunum ki bir an evvel uyumak istiyorum.
Üzerimi değiştirip başımı yastığa bırakıyorum. Bu kez de dayanılmaz bir baş ağrısı ile yerimden doğruluyorum. Oysa ki biraz uyuyunca her şey bitecek sanıyordum. Biraz uyku hislerimi yatıştırır sanıyordum. Şimdi bu ağrı da nereden çıkmıştı böyle!
Bir süre bekliyorum geçsin diye. Ama olmuyor, şiddeti artıyor sanki. Ağrı kesici almak geliyor aklıma. Hâlâ başım dönüyor.
Tökezleyerek odadan çıkıp iki kapı ilerideki mutfağa giriyorum. Sol tarafımda duran büyük beyaz buzdolabında ağrı kesici kutusunu arıyorum. Sanırım tansiyonum düştü, ellerim titriyordu. Dolaptaki şişeleri yere düşürdüm ve her yer kirlendi.
Buna aldırış edemeyecek kadar kendimi kötü hissediyordum. Titreyen ellerim arasında ağrı kesici kutusunu tutmayı başardığımda, hızla ağzıma bir tane attım. Sonra tezgahta duran cam sürahiden su doldurmak için bardağa uzandığımda, bardak elimden kayıp düştü. Dağılan cam parçaları etrafa saçılırken öylece baktım.
Tıpkı dağılan hayatımın parçaları gibiydi.
Cam parçalarını izlerken gözlerim yaşarmaya başladı. Yavaşça yere oturup ağladım. Şu hayatta bir başına kalakalmıştım. Uzun bir süre oturup ağladım. Ne kadar sürdü bilmiyorum. Gerçekten yalnız mıydım? Aklıma annem gelmişti. Herkesin yaslanmak istediği bir omuz olan anne… Ağır ağır ayağa kalktım. Yürürken ayağıma bir cam parçası battı, kaybettiğim her şey gibi…
Yeniden ağlamaya başladım. Odaya geçip yatağımın kenarında duran ahşap kahverengi komodinin üzerinden telefonumu alıp annemin ismini tuşladım.
Birkaç çalıştan sonra nihayet açıldı. Ağladığım belli olmasın diye kendimi toparladım.
“Anne.”
“Ne oldu Ayla?”
“Ben…“
“Önemli bir şey mi? Hızlı ol, işim var. Ağabeyinin yeni dükkân açılışı var.”
Evde hep ağabeyim el üstünde tutuluyordu. Ben genelde annemin gözünde hep ikinci sıradaydım. O ne zaman yeni bir şeye atılacak olsa destek çıkarlardı. Ben ise istediğimle kalırdım.
Dükkân açılışı vardı demek. Bundan şimdi haberdar oluyordum. Titreyen sesimi toparladım.
“Yok, önemli bir şey değil. Sadece bir rüya gördüm. Merak ettim.”
“İyi o zaman, sonra konuşuruz.”
Telefon kapandı. Ama ben hâlâ kulağımda tutuyordum. Ne bekliyordum ki annemden… Bugüne dek bana ne zaman destek olmuştu ki!
Telefonu bir köşeye bırakıp yeniden yatağa uzandım. Başımdaki ağrı hâlâ geçmemişti. Daha ne kadar sürecekti. Uyumak istiyordum. Ama bana engel oluyordu. Uyuyunca sanki her şey yok olacaktı. Uyumalıydım. Ne olursa olsun uyumalı.
Saatler sonunda gözümü açtığımda gecenin üçü olduğunu gördüm. Nihayet uyumuştum işte. Peki bitmiş miydi her şey? İstediğim olmuştu işte, ne değişti? Hiçbir şey.
Lavaboya gidip yüzümü yıkamak istiyordum. Ayağa kalkacak hâlde değildim.
Yataktan destek alıp ayağa kalktığımda ayağım sızladı. Bugün kırılan bardağın parçası ayağıma batmıştı. Seke seke odadan çıkıp sağ taraftaki lavaboya yöneldim, ışığı açıp aynadaki yansımamı görünce kendimden korktum.
Bu ben miydim? Göz altlarım şişmiş. Rengim sararmış, saçlarım dağınık, bitkin bir hâldeyim. Musluktan akan soğuk suyu yüzüme çarpıyorum. Ama hâlâ aynı yerdeyim.
Değişmedi işte, her şey aynı…
Yeniden gözlerim doldu. Aynadaki hâlime bakıp bakıp ağladım.
O günün üzerinden kim bilir kaç gün geçti… Zaman kavramını yitirmiştim artık. Salondaki bej rengi koltuğa gömülmüş boş gözlerle televizyona bakıyordum. Sadece ses olsun diye açmıştım. Kafamdaki sesleri bastırmak için… Sesler, televizyondan gelen seslere hakim oldukça televizyonun sesini daha çok açıyordum.
Evden de çıkmaz olmuştum artık. Çok zaruri bir durum olmadıkça oturduğum bu koltuktan kalkmıyordum bile. Belki dışarı çıksam birkaç tur atsam… Sonra susturuyorum düşünceleri. Ne gerek var ki diyorum kendi kendime. Mücadele etmeye ne gerek var! Durmak istiyorum, sadece ve sadece durmak…
Aynada kendime bakamıyorum. Bakınca kendimi görüyorum. Düşünce korosu yükseliyor yeniden. Bu yüzden evdeki tüm aynaların üzerini örttüm.
Kimse arayıp sormuyor bile. O meraklı komşularım bile kapımı çalmaz oldular. Şimdi bir araya gelmiş dedikodumu yapıyorlardır, kim bilir… Kocasını elinde tutamadı diyorlardır. Öyle iyi birini nasıl elinde tutamaz diyorlardır.
Haklılar belki de, dışarıdaki insanlara kendini o kadar iyi gösteriyordu ki bazen ben bile iyi olduğuna inanıyordum. Bana karşı öyle değildi ama bunu anlatamıyordum. Anlamıyorlardı. Onların gözünde tek suçlu bendim. Ne biçim bir kadındım ben değil mi?
Günler hep böyle düşüncelerle geçip gidiyordu.
Bazen telefonumu elime alıyordum, merak eden var mı diye. Yok, işte kimse aramadı. İş arkadaşlarım bile bir kez olsun merak edip sormadılar. Oysa ki çalışırken ne kadar da samimi görünüyorlardı.
Sürekli evde olunca dışarıdan gelen seslere odaklanmaya başladım. Kendimce kafamda bir şeyler kuruyordum. Bir ara kapının çalındığını işittim. Vardığımda kargoydu. O da yanlış kapıyı çalmıştı. Kapımı çalan tek kişiydi. Gittiğinde gözlerim merdivenlere takıldı.
Sanki beni çağırıyor gibiydiler. Bunca zaman sonra kendimde yeniden dışarıya çıkacak gücü bulamıyordum. Yine insanların sorgular tavırlarıyla uğraşmak istemiyordum. Ben aslında birileri ile konuşmak istiyordum ama beni yargılamadan dinleyecek birileri ile… İçimdeki dışarı çıkma isteğini bastırıp kapıyı kilitledim, sonra da anahtarı bir yerlere fırlattım.
Nasıl olsa bir süre sonra nereye koyduğumu hatırlamazdım. Böylece dışarı çıkamamış olurdum.
Birkaç gün daha o koltukta oturup uyuklayarak düşünerek geçirdim. Yine kimse yoktu. Bu kadar mı yalnızdım! Kimse beni merak etmiyor muydu? Ailem bile…
Durdukça kafamdaki sesleri bastırmak güçleşiyordu. Beynimde fırtınalar kopuyordu. Artık düşünceleri susturmak imkansız gibiydi.
Yan taraftaki kadın seslerini duyuyordum, benim hakkımda konuşuyorlardı:
“Kocasını kaçırdı, şimdi de kendi kayboldu ortadan. Geçen konuşayım dedim beni tersledi. Adama yazık, ne yapsın bununla.”
Sesler yan daireden değil de sanki hemen yanı başımdan geliyordu. Her şeyi bu hâle getiren gerçekten ben miydim? Hayatımı alt üst eden yanlışı yapan sadece ben miydim?
Dizlerimi kendime çekmiş cenin pozisyonunda başım ellerimin arasında sesleri susturmaya uğraşıyordum. Çıkmalıydım. Çıkıp gitmeliydim buradan. Ama kime, nereye?
En sonunda ayaklanıp kapıya koştum. Gitmeliydim. Anahtar? Anahtar yoktu. Bir türlü bulamıyordum. Nefes alamıyordum, ellerim titriyordu. Soğuk terler döküyordum. Çıkmak istiyordum. Bağırdım, belki bir ümit gelen olur diye…
“Yardım edin!”
Ama sesimi ancak ben duyabiliyordum. Sesim kısılmıştı sanki, bağıramıyordum. Salonun ortasında bir o yana bir bu yana gidip geldim. Pencere. Pencereden çıkabilirdim. Hızla pencereye gittim. Ama yetmedi. Hâlâ kendimi kötü hissediyordum, bu evden bir an evvel çıkmalıydım. Her şeyi geride bırakıp gitmeliydim. Aşağıya baktım, yüksekti. Ama gitmeliydim, tek çıkış yolu buydu. Düşündüm, geride bırakacağım kimsem yoktu. Bana değer veren, benim için endişe duyacak kimsem yoktu. Öyleyse hayatta olmamın bir anlamı var mıydı? Düşüncelerim son bulurdu belki. Tüm o arkamdan konuşanlar susardı belki. Biraz daha eğildim pencereden.
Kendimi özgürlüğün kollarına bırakmak istiyordum.
Bir kuş misali uçup bir daha da geri dönmemek üzere buradan gitmek. Bu kez daha çok eğildim. Etraftan kuş sesleri geliyordu. Az ileride bir park vardı. Çocuklar güle oynaya parkın dört bir yanını sarmışlardı. Benim de bir bebeğim olacaktı ama o artık bir melekti. Hiç doğmamış bir melek. Gökyüzü bugün ayrı bir güzeldi sanki. İçimdeki kasvetli havaya inat daha bir mavi. Zamanı gelmişti işte, gidiyordum.
Kendimi boşluğa bıraktığımda şimdi nefes aldığımı hissettim. Diğer yandan vücuduma derin bir acı yayıldı.
Tüm o acıya rağmen yüzümde bir tebessüm oluştu. Bilincim kapanırken etraftan bağrışmalar geliyordu.
Hareket ettiğimi hissediyordum. Gözlerimi zorladım ama açamadım. Birileri beni götürüyordu sanki ama o kadar uykum vardı ki akışına bıraktım.
Ne zaman sonra gözlerimi açtığımda kendimi hastane odasında buldum. Az sonra içeri hemşire olduğunu tahmin ettiğim orta boylu siyah saçları örgülü bir kadın geldi.
“Ayla Hanım nasıl hissediyorsunuz?”
“Ne oldu bana? Her yerim ağrıyor sanki?”
“Dördüncü kattan aşağıya düşmüşsünüz. Birkaç kırık var. Şimdi dinlenin, birazdan doktorunuz gelip sizi bilgilendirecektir.”
Başımla hemşireyi onayladığımda koluma bir serum takıp odadan çıktı. O çıktığında ise hafızamda canlanan görüntüler ile gözlerimin nemlendiğini hissedebiliyordum.
Her şeyi bir kenara bırakıp kendimi pencereden aşağıya bırakmak o anda düşündüğüm tek şeydi. Ama şu an yaşıyordum. Neden yaşıyordum ki sanki…
Yine bir odadaydım, çıkıp gitmek istiyordum yeniden. Ama hareket edemeyecek kadar yorgundum ve nefes almakta zorlanıyordum.
Sanırım sol kolum kırılmıştı. Ve sağ kaburga kemiklerim hareket ettikçe nefes almakta güçlük çekmeme neden oluyordu. Bir süre çırpındıktan sonra içeri giren doktorun müdahalesi ile sakinleştiğimi hissettim. Göz kapaklarım ağırlaşırken doktora dönüp, “Beni neden kurtardınız? Ölmek istiyorum. Lütfen ölmeme izin verin.” Diyebildim.
Hemen sonrasında kendimi uykunun kollarına teslim ettim.
Ne zaman sonra gözlerimi açtığımda odadaki lambanın ışığı ile gözlerimi kırpıştırdım. Karşıdaki duvar saati gecenin ikisini gösteriyordu. Durup bir süre etrafıma göz gezdirdim. Sol yanımda boydan boya büyük bir pencere vardı. Gecenin zifiri karanlığında sadece ileride sokak lambalarının ışıkları yanıp sönüyordu. Karşıda kahverengi ahşaptan dikdörtgen bir masa ve hemen önünde gri bir sandalye vardı. Duvarın biraz üzerinde ise siyah küçük ekran bir televizyon, sol yanında bir giysi dolabı ve sağ yanda küçük beyaz bir buzdolabı vardı.
Daha sonra zihnimi meşgul etmek için odayı en ince detayına kadar süzmeye devam ettim. Her nesne üzerinde uzun bir süre duruyor, sonra bir diğerine geçiyordum. Ayrıca oda da küçük olduğundan çabuk bitiyordu ve ben yeniden incelemeye devam ediyordum. Gerilmeye başladığımı hissediyordum, kendimi kapalı bir kutu içinde gibi hissediyordum.
Çıkmalıydım…
Huzursuzluğum dakikalar geçtikçe ilerliyordu. Saatin tik takları beynimin içinde ötmeye devam ediyordu. Hareket etmek, kalkmak istiyordum. Ama vücudumdaki kırıklar buna engel oluyordu. Dakikalar sonra odaya bugün gördüğüm hemşireden farklı bir hemşire girdi.
Kumral saçlarını at kuyruğu yapmış, mavi gözlü hemen hemen benim yaşlarımda, yirmili yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim genç bir hemşire, elinde yeni bir serum şişesi ile bana yaklaştı:
“İçerisi çok sıcak. Acaba pencereyi açabilir misiniz?”
“Tabii.”
Serumu, biten serum ile değiştirdikten sonra ağır adımlarla sol yanımdan geçip pencereyi biraz aralık bıraktı. Sonra tam odadan çıkacakken yeniden seslendim:
“Şey… Televizyonu da açabilir misiniz?”
Bu kez uykulu gözler ile dönüp televizyonu açtıktan sonra odadan çıktı. Açtığı kanalda bir film oynuyordu.
Pencereden gelen serin hava ile kendimi daha iyi hissettim. Ama bu uzun sürmedi. Hareket alanım kısıtlı olduğu için hâlâ tedirgindim.
Sabah doktor odaya geldiğinde, “Doktor Hanım ben burada durmak istemiyorum. Nefes alamıyorum. Hem beni iyileştirmenizi de istemiyorum.” Dedim.
Doktor bir süre sessiz beni dinledi. Derin bir nefes aldıktan sonra söze başladı:
“Bakın Ayla Hanım, haddime değil ama bunu sizin için ikinci bir şans olarak düşünebilirsiniz. Hâlâ hayattasınız.”
“Nefes alıyor olmam, ki onu da beceremiyorum bir şey değiştirmez.”
“Ailenizden kimse var mı? Bilgilendirmemiz gerek.”
“Bir ailem var ama şu anda gelemezler ya da gelmezler. Lütfen!.. Lütfen, onlara haber vermeyin.”
“Ama bir başına…“
“Zaten şimdiye dek bir başımaydım. Buna hiç gerek yok. Haber vermeyin hiçkimseye.”
Doktor acıyan gözlerle bana baktığında umursamayıp pencereden dışarı baktım. Kaçıncı kattaydık bilmiyorum. Ama fazla yüksekte değildik. Dışarıda gezinen insanlar, etrafta arabalar vardı. Pencerenin diğer tarafına odaklanarak doktorla geçen diyaloğu düşünmemeye çalışıyordum.
Birkaç günü geride bıraktığımızda doktor gelip, “Yanlış anlama ama bir arkadaşım var kendisi psikolog, bir çiftliği var. Orada grup terapisi uyguluyor. Eğer dilersen buradan çıkınca görüşebilirsin. Burada kartı var. İletişim adresi ve diğer her şey yazıyor.” Dedi. Boş boş yüzüne baktığımda kartı yanımdaki komodine bırakıp çıktı.
Hastanede kaldığım on gün boyunca şu terapi işini düşündüm. Sonra bu fikrin saçma olduğunu düşünüp kendime kızdım. Nihayet eve dönme vakti gelmişti.
Açıkçası toparlayacak pek bir eşyam yoktu. Sağ olsun bana refakat eden Burcu hemşire evimden benim için birkaç parça kıyafet getirmişti. Kolum hâlâ askıda olduğu için toparlanmama da o yardımcı oldu. Bu süreç boyunca annemlere haber vermedim. Zaten merak edip de bir kez olsun beni arama tenezzülünde bulunmadılar.
“Ayla Hanım, bir başınıza nasıl kalacaksınız. Annenizi aramamak konusunda emin misiniz?”
“Teşekkür ederim Burcu hemşire, bana çok yardımcı oldun. Ama buna gerek yok. Ben başımın çaresine bakarım bir şekilde.”
“Doktor hanımın söylediği şu çiftliği bir daha düşünün isterseniz. Hem orası yatılı diye biliyorum.”
“Kendine iyi bak. Her şey için tekrardan teşekkür ederim.”
Çıkış işlemlerini halledip hastaneden çıktığımda hesabımda kalan son paramın bir miktarını da bankamatikten çekip köşeden bir taksiye bindim. Apartmanın önüne geldiğimde yine meraklı komşuların bakışlarına maruz kaldım. Pencere önüne kadar gelmiş bana bakıyorlardı. Uzaktan bir geçmiş olsun deyip kaldıkları yerden hayatlarına devam ettiler. Onları geride bırakıp merdivenlere yaklaştığımda geçmiş günlerin anıları ile sanki kalbimin sıkıştığını hissediyordum.
Merdivenlerden ilerledikçe bu his daha fazla artmaya devam etti. Kapının önüne geldiğimde durup biraz derin nefesler alıp verdim. O sırada gözüm kapının kenarındaki küçük posta kutusuna takıldı. İçinde bir zarf vardı. Sağ elimle güçlükle açtığım zarfın içindeki kağıdı çıkarıp ne olduğuna baktığımda bunun bir boşanma celbi olduğunu gördüm. Böyle bir sonucun olmasını bekliyordum. Ama böyle bir zamanda olması daha fazla moral bozukluğuna sebep oldu.
Aslında benim için belki de en iyisi buydu. Sadece yaşanılan bunca şeyin üzerine bir de bu gelince kötü olan duygusal durumum gelen ihtarname ile daha bir harap oldu. Ayaklanıp titreyen parmaklarımla zorla anahtarı anahtar deliğinde kıvratıp kapıyı araladım.
Adımımı atacağım esnada kafamda susmayan sesler korosu yeniden konuşmaya, beynimi yemeye başladı.
Bu eve yeniden nasıl girecektim?
Bunu umursuyor muydum, bilmiyorum. Ama vücudumun buna tepki göstermesine engel olamıyordum. Adımlarımı ileriye doğru yavaş yavaş sürüdüğümde bedenimde dolaşan soğuk duş almış gibi etki şiddetini artırıyordu.
Bu etki göğsümün sıkışmasına ve yeniden o günü yaşıyormuşum gibi hissetmeme neden oluyordu.
Salona geçip koltuğa oturmak istedim. Evde yoğun bir koku vardı. Uzun zamandır hava almadığı için kokular birbirine karışmıştı. Sanırım o günlerde bunun farkında değildim. Ama günler sonra yeniden eve gelince fark ettim. Biraz hava almak için pencereye doğru bir atak yaptığımda korkularım gün yüzüne çıkmaya devam etti.
Gözümde camdan düştüğüm sahne canlandı ve kaburga kemiklerimde derin bir sızı hissettim. Bundan da vazgeçip su içmek için mutfağa yöneldim. Evde su yoktu. Bu yüzden dolaptan bir bardak alıp musluktan içmeyi düşündüm. Titreyen ellerimle bardaklara uzanırken plastik bardak almanın en iyisi olacağını düşünüp, dolapta duran plastik bardaklardan birisini aldım.
Musluğu çevirdiğimde suların akmadığını gördüm. Faturaları yatırmamıştım. Bu yüzden su yoktu. Aklıma gelen düşünce ile elektriği kontrol ettim, düşündüğüm gibi o da yoktu. Telefonumun kalan şarjı bana şimdilik yeterdi. Faturaları kontrol edip yatırmayı düşündüm. Elimdeki para buna ancak yetiyordu. Ya sonra ne yapacaktım? Bu haldeyken bir süre çalışamazdım.
Aklıma gelen tüm bu düşünceler yeni bir strese neden oldu. Bir hışımla olduğum yere çöküp yeniden göz yaşı dökmeye başladım.
Bir an için aklıma yeniden annemler geldi. Bu hâlde olduğumdan haberleri bile yoktu. Belki bir süre onlarla kalırım diye düşündüm,
Belki de tek çarem onlardı…
Numarayı tuşlayıp açılmasını bekledim. Çaldı, çaldı, çaldı. Ama açan olmadı. Bir otobüse atlayıp habersiz gitmek geldi içimden. Ama otobüs parasını kimden isteyecektim?
Düşünceler yeniden kendini gösterirken kolumda hissettiğim derin sızı ile oturduğum yerden ayaklandım. Ağrı kesici almalıydım. Salona gidip çantamı karıştırdım. Ağrı kesici ararken doktorun bana verdiği kartı gördüm. Çiftlik Psikoloji Merkezi yazıyordu üzerinde. Bir kenara koyup ağrı kesiciyi aramaya devam ettim. Nihayet bulduğumda tek elimin yardımı ile zorla çıkarıp ağızıma attım. Bir süre olduğum yere oturup sızının dinmesini bekledikten sonra karta yeniden baktım.
Sonra durup bir süre etrafımı inceledim.
Bu evde iyi kötü bir sürü anılar yaşandı. Belki de hatırlamayı dahi istemeyeceğim günlerim geçti. Neye yaradı peki? Hiçbir şeye… Aklımdan geçen düşünce ile hızla psikoloji merkezinin numarasını tuşladım.
Randevu aldıktan sonra Burcu hemşireden bir miktar borç almayı düşündüm. Bu para, psikoloji merkezine gitmek için lazımdı. Merkezi, İstanbul dışında bir yerde kalıyordu. Oraya gitmek için isteyecektim.
Evi satışa çıkarmayı düşünüyordum. Yeniden bu eve dönmek istemiyordum. Her ne kadar geceyi burada geçirmek benim için zor olsa da gidecek başka bir yerim olmadığı için evde kaldım. Tüm gece ağrıdan uyumakta zorlandım. Ertesi gün çantama birkaç parça eşya sokuşturup eve son kez bakıp oradan uzaklaştım.
Uzun bir yolculuğun ardından verilen adrese geldiğimde beni geniş bir çiftlik arazisi karşılıyordu. Büyük demir kapının önünde durduğumda derin bir nefes alıp kapıdan içeri adımımı attım. Karşıda, biraz uzak bir mesafede dört katlı bir bina, onun ötesinde atların bulunduğu bir alan ve daha ötede sebze tarlası olduğunu tahmin ettiğim bir yer ve meyve ağaçları ile kaplı bir alan vardı. Meraklı gözlerle ilerlerken etrafta gezinen insanlarla karşılaştım. Birisini çevirip doktorun odasını sordum.
Nihayet odayı bulduğumda, kapıyı tıklatıp içeri girdim.
“Buyurun.”
“Merhaba Filiz Hanım, ben Ayla Keskin. Telefonda görüşmüştük.”
“Evet Ayla Hanım, buyurun lütfen.”
Hemen önümde duran bej rengi tek kişilik koltuğa oturduğumda kendimi gergin hissediyordum. Acaba buraya gelmekle hata mı etmiştim?
Bunları düşünürken Filiz Hanım söze girdi. “Lütfen rahat olun Ayla Hanım. Buraya gelen insanlar başta böyle hisseder. Burayı bir hastane gibi düşünmeyin, burası bir terapi merkezi. Ama dışarıdan da gördüğünüz gibi insanlar doğayla iç içe kendilerini evlerinde gibi hissediyorlar.”
“Güzel düşünülmüş ama ben burada fazla kalmayı düşünmüyorum.”
Konuşurken elimin titremesini bastırmaya çalışıyordum. Yeniden kapalı bir alana girmek beni rahatsız ediyordu. Başımı kaldırdığımda pencereyi gördüm. Nefes alış verişlerim düzensizleşti.
“Ben… Ben… Çıkmak istiyorum. Duramam.”
“Tamam en iyisi açık havada konuşalım. Buyurun lütfen.”
Filiz Hanım kalkmama yardım edip koluma girdiğinde ağır adımlar ile koridora çıktık. Basamaklara yönelip merdivenleri geçtikten sonra çıkış kapısından dışarı adım attığımızda derin nefesler alıp temiz havayı içime çektim. Biraz ileride atların gezindiği alanın yakınındaki bir banka oturup atları izledim. Nihayet nefes alış verişlerim düzene girdiğinde, olup bitenleri Filiz Hanım’a kısa bir tereddütten sonra anlattım:
“Bu yüzden kapalı alanlarda bulunduğumda kendimi kötü hissediyorum. Bu korkudan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum. Ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yok. Kafam çok karışık.”
“Burada birlikte üstesinden geleceğiz, merak etmeyin.”
O gün Filiz Hanım birkaç saat bana terapi merkezini gösterdi. Gece olduğunda bana ayrılan odaya gittim. Oda hastanelerdeki odalar gibi değildi. Bir yatak, yerde küçük bir halı, giysi dolabı, büyük bir koltuk, bir masa ve üzerinde çiçekler vardı. Oldukça havadar bir odaydı ama travmalarım yüzünden dünyanın en konforlu ve güzel odası bile olsa orada kalmak beni endişelendiriyordu.
Hızla odadan çıktığımda gözlerim Filiz Hanım’ı aradı ama ortalarda yoktu. Bahçeye çıkıp hava almak istedim. Bir süre dolaştığımda ağaçların arasında bir çadır dikkatimi çekti. İlerleyip baktığımda çadırın yanında bir kız gördüm. Ağaca bağlanmış lambanın ışığında yüzünü seçebiliyordum. Solgun yüzlü, saçları kısacık, mavi gözlü, benden yaşça küçük bir kızdı.
“Merhaba, sen burada yeni misin?”
“Evet, sen bu çadırda mı kalıyorsun?”
“Evet, bu manzarayı çok seviyorum. Kalan zamanımda bir odaya tıkılıp kalmak istemiyorum. Bu yüzden canımın istediği her şeyi yapmayı istiyorum.”
Söyledikleri karşısında yüzüme istemsiz bir burukluk yayıldı. Bunu fark etmiş olacak ki, “Üzülme, bu benim için yeni bir şey değil. Doktorlar her seferinde aynı şeyleri söylüyor. Ben kanserim. Üç kez atlattım. Yani bu alışık olmadığım bir durum değil. Bu arada benim adım Gökçe. Senin adın ne?” Dedi.
Yüzüme bir tebessüm yerleştirip, “Ben de Ayla.” Dedim.
“Sanırım benden büyüksün, sana abla demeliyim.”
“Yirmi sekiz yaşındayım, ya sen?”
“Birkaç ay sonra on sekiz olacağım. Eğer on sekiz yaşıma girdiğimde kanseri tamamen yenmiş olursam hayallerimi gerçekleştirmek için bir adım atacağım. İlk kar taneleri düşmeye başladığında ben de on sekiz yaşına girmiş olacağım. O yüzden sabırsızlıkla kar tanelerini bekliyorum.”
“Merak ettim, hayalin nedir?”
“Konservatuvara gidip şarkıcı olmak istiyorum. Ama bu hastalık yüzünden hazırlanamıyorum bir türlü. Filiz Abla ile konuştum, burada kalabileceğimi söyledi. Kendimi burada daha iyi hissediyorum. Böylece daha iyi hazırlanabilirim.
Peki ya sen neden buradasın Ayla Abla?”
Onu böyle görünce yaptığım şeyden dolayı kendimi suçlu hissettim. O daha fazla yaşamak isterken ben kendi hayatımdan vazgeçmeyi düşünmüştüm.
“Ben mi? Benim öyle önemli bir sebebim yok. Neyse, sonra yine konuşuruz.”
O günden sonra ben de Gökçe’ye komşu olmuş, çadırda kalmaya başlamıştım. Binaya sadece gerekli ihtiyaçlar için giriyordum. Bu bile beni oldukça geriyordu.
Burası bana umduğumdan daha iyi geliyordu…
Gökçe ve terapi merkezi sayesinde ilk zamanki ruh halimi yavaş yavaş geride bırakıyordum. Burada grup terapileri yapıyorduk. Başlangıçta tanımadığım insanlarla sorunlarımı paylaşmak istemedim. Sadece onları dinledim. Onları dinledikçe kendimden bir şeyler görmeye başladım. Nihayet ben de konuşmaya, içimde büyüttüğüm tüm o sorunları anlatmaya başladım.
Bu, üzerinde taşıdığım yüklerden kurtulmamı sağladı. Meğer her şeyi içimde biriktirerek yanlış yapıyormuşum.
Terapiler dışında bitkilerle ve hayvanlarla uğraşıyorduk. Birkaç güne kolumdaki sargı tamamen çıkacaktı. O gün geldiğinde atlara da binebilecektim.
Gökçe’nin çok sevdiği bir at vardı. Adı Karamel. Zamanının çoğunu onu severek geçiriyordu. Ben de onunla birlikte Karamel’e alıştım. Her gün gidip mutlaka onu görüyorduk. Atların insanlar üzerinde tuhaf bir etkisi vardı. Bazen isanlardan daha iyi bir arkadaş olabiliyorlardı. Onları sevdiğimde kendimi mutlu hissediyordum. Ama hâlâ kapalı alan korkumu yenemiyorum. Gökçe ile birlikte çadırda kalmaya devam ediyoruz.
Kış yaklaşmaya başlıyor…
Kalan zamanda yeniden odalara girmemiz gerekecek. Üstelik iki ay sonra Gökçe tam on sekiz yaşına girecek. Şimdiye dek hastalığı konusunda büyük bir sorun ortaya çıkmadı. İlk kar tanesi düşmeye başladığında ben de onun hayalini desteklemek için hazır bekliyor olacağım.
“Bugün ata binmek için hazırım. Artık kolum daha iyi.”
“Bu çok güzel bir haber. Uzun zamandır bugünü bekliyordum.”
Gökçe’nin yüzündeki bu büyük mutluluk karşısında o ata binmemek olmazdı.
“Haydi!”
Gökçe Karamel’e ben de Rüzgâr isimli ata bindiğimizde kahkahalarımız gökyüzünü inletiyordu. Hayatımda uzun zaman sonra ilk kez bu kadar mutlu hissediyordum. Yağmur taneleri de bize eşlik ediyordu. Hayatımın geri kalanını o anda yaşamak istiyordum.
Ama mutluluk anları uzun sürmüyordu.
İlk kar taneleri gökyüzünden düşerken bahçede Gökçe’nin doğum gününü kutluyorduk. Herkes çok mutluydu. Gökçe’nin heyecanını yüzünden okuyabiliyordunuz. Tüm gece eğlenip Gökçe’nin sesiyle onun bu mutluluğuna eşlik ettik. Ama dedim ya, mutluluk anları uzun sürmüyordu…
O gece hepimiz yataklarımıza girdiğimizde acı acı ambulans sireni ötüyordu. Pencereye yaklaşmakta zorlandığım için hızla aşağıya indim.
Sağlık görevlileri Gökçe’yi sedye ile taşıyorlardı. Gözlerim dolarken neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Filiz Hanım içeri geçmemizi söyleyene kadar orada kalakaldım. İçimden dualar ediyordum, ona bir şey olmasın diye. Aslında farkındaydım. Durumu belliydi ama yine de bir umut olsun istiyordum.
Birkaç gün sonra acı haber geldiğinde ikinci kez yıkılmış hissettim. Bu duruma kendimi hazırlamamıştım. Ömrü sadece o kar tanesini görmeye yetmişti.
Gökçe’nin ölümünün üzerinden birkaç ay geçtiğinde, artık sağlıklı bir ruh hali ile buradan ayrılma vaktim de gelmişti. Filiz Hanım’la konuştum:
“Filiz Hanım, eğer kabul ederseniz ben burada kalmak istiyorum. Geride gidebileceğim kimse yok. Burada çalışmak istiyorum. Ne olursa.”
“Bundan emin misin Ayla?”
“Evet, Gökçe bana çok şey öğretti. Kalıp ben de insanlara destek olmak istiyorum. Bitkilerle ya da hayvanlarla ilgilenebilirim.”
“Tamam. Burada kalabilirsin.”
Gökçe benim hayata karşı olan bakış açımı değiştirmemde büyük rol oynadı. Ondan sonra ben de eskisi gibi olmadım. Hayatıma çok şey kattım. Çiftlikte kalıp uzun yıllarımı orada geçirdim. Bazen insanın karşısına ummadığı yollar çıkabiliyordu. Ben de en umutsuzluğa kapıldığım anda, yorgun hayatıma tıpkı kar tanesi gibi yolum bu çiftliğe düşmüştü.