Gökyüzündeki Harita
Akşam olmak üzereydi. Tuğçe ve Fatih ormandan ancak çıkmış, kasabanın yolunu tutuyorlardı. Fatih, haylaz mı haylaz ama bir o kadar da zeki bir çocuktu. Problem çözmeyi, risk almayı ve eğlenmeyi çok severdi. Tuğçe’den iki yaş büyüktü. Tuğçe’nin ise Fatih’ten aşağı kalır yanı yoktu. Fatih’ten daha olgundu. Ama o kadar neşeli ve enerjikti ki bütün kasabalı onu gördüğünde ister istemez bir anda dertlerini unuturdu.
O gün de her zamanki gibi ormandaki gizli ağaç evlerine gitmiş, orada bir sürü gözlem yapmış, yanında getirdikleri yolluklarından yemiş, yanlarındaki sadık dostu Bulut ile yediklerini paylaşmayı da ihmal etmemişlerdi. Bulut’un bembeyaz, parlak ve yumuşacık tüyleri vardı. Öyle ki Tuğçe öğleleri sık sık ona sarılarak kısa bir uykuya dalardı. Bulut, bu iki küçük çocuğun yanından hiç ayrılmaz, onlara hem yoldaş hem de arkadaş olurdu. Bir tehlike sezdiğinde ise korumacı bir tavır sergilerdi. Çok cesurdu, kasabanın diğer köpekleri ondan çok korkar ama bir yandan da ona sanki saygı duyarlardı.
Hızlı adımlarla toprak yolda yürüyorlar ve gökyüzünde gördükleri bulutları bir şeye benzetmeye çalışıyorlardı. Tuğçe, Bulut ve Fatih ile vakit geçirmekten çok keyif alıyor, her günü başka bir macera ile geçiriyordu. Aralarında kahkaha ve kıvrak espriler eksik olmuyordu. Bulut da onlara ayak uydurarak mutlu olduğunu ifade edercesine sevimli bir şekilde havlıyordu. Tam o sırada batan güneşin gökyüzüne armağan ettiği kızıllık inanılmaz derecede güzel gözüküyordu. Üçü de yan yana durmuş, bu muhteşem manzarayı seyrediyorlardı. Güneş batmış, her yer gölgeliklere kavuşmuş, gökyüzündeki bulutlar birbirinden güzel renkleri almışlardı. Doğa yavaş yavaş uykuya hazırlanıyor, her tarafa sessizlik hakim oluyordu. Kuşlar da son kez batan güneşi selamlamak için usulca dans ediyorlardı.
Tuğçe’nin dedesinin evi kasabanın bir köşesinde, meydandan uzak, söğüt ağaçları ile çevrili bir yerde idi. Eve o kadar yaklaşmışlardı ki mutfaktan gelen yemek kokusunu alabiliyorlardı. Çitlerle örülü bahçenin tahta kapısından girdiklerinde Ümit Dede güler yüzüyle onları karşılamıştı. Ümit Dede’nin çok sevimli bir evi ve geniş bir bahçesi vardı. Bahçesinde çeşit çeşit meyve ağaçları, birbirinden güzel kokan çiçekler, çiçeklerin üzerine konan arılar, rengârenk kelebekler, Bulut’la dostça anlaşan ve ara sıra uğrayan kediler eksik olmazdı. Ümit Dede’nin bahçesi, aynı kendisi gibi deli doluydu. Ama Tuğçe’nin dikkatini çeken şey, art arda sıralı mor menekşelerdi. Mor menekşeler ona sürekli annesini hatırlatıyordu. Annesi de çok severdi mor menekşeleri. Annesiyle ilgili anılar yine zihnindeki saklı kutudan çıkmış, bir bir gözünün önünden geçip gidiyordu. Bahçedeki mor menekşelere bakarken dedesinin ve Fatih’in yemek yemek için içeriye girdiğini, Bulut’un ise her zamanki köşesine çekilip uyukladığını fark etmedi Tuğçe. Tam o sırada hüzünlü gözlerle kararmış gökyüzüne baktı. Baktı, baktı, bir daha baktı. Gözlerine inanamadı. Gerçek miydi, değil miydi o gördükleri? Gökyüzünde, o her zaman baktığı gökyüzünde yıldızların oluşturduğu bir dünya haritası vardı. Evet, gerçekten öyleydi. Çok şaşırmıştı çünkü bu çok ilginç bir şeydi. Adalar, kıtalar, denizler, okyanuslar belirgin ve çok canlı bir şekilde gökyüzünde görülüyordu. Amerika, Afrika, Asya ve diğer kıtaların sınır çizgilerini net olarak görebiliyordu. Sınır çizgileri lacivert, sarı ve koyu yeşil renklerinde çizilmişti. Haritanın üzerinde anlayamadığı bazı işaretler de vardı. Dünyanın dönüşüne bağlı olarak o işaretler değişiyordu. Nerede gündüz nerede gece olduğunu anlayabiliyordu. Çok ilginçti bu. Ne olduğunu anlayamadı. Hala çok şaşkındı. Gördüklerinin doğru olup olmadığını bilmiyordu. Ama haritanın çok göz kamaştırıcı ve gizemli olduğundan emindi. Çeşmenin başına gidip elini yüzünü yıkadı. Sonra tekrar gökyüzüne baktı. Hala görebiliyordu. Tam o sırada kasabanın çocuklarından Alper yoldan geçiyordu. Tuğçe’ye seslendi. Elindeki sepeti gösterip annesinin tarçınlı kek yolladığını söyledi. Tuğçe, Alper’in söylediklerini tam olarak anlayamadı ama yine de bahçe kapısına yöneldi. Alper’in yanına gidip küçük sepeti aldı. Alper’in kaşla göz arasında ne zaman kaybolduğunu fark etmedi. Tekrar kararmış gökyüzüne baktı. Hiçbir şey yoktu. Her zaman gördüğü gökyüzü idi. Ama biraz önceki neydi peki? Bahçe kapısından tekrar girdi. Tarçınlı kekin kokusunu içine çekerken gökyüzündeki haritayı tekrar gördü. O an bu haritanın sadece dedesinin bahçesinde görebildiğini anladı. Acaba bu, dedesinin bildiği gizemli olaylardan biri miydi? Neden sadece bu evin bahçesinde baktığında görülebiliyordu? Bu soruların cevaplarını maalesef ki bilmiyordu. Ama kendine çözülmesi için gizemli bir bulmaca bulduğuna sevinmişti. Meraklı gözlerle gökyüzüne bakmayı sürdürüyordu. Dedesinin ve Fatih’in içeri gireli çok olmamıştı. Yemek masasını hazırlamakla meşgul olduklarını düşündü. Dedesine soracağı birçok soru vardı. Dedesi, çok bilgili ve araştırmacı biriydi. Kimseyi içeri girdirmediği ama kendisine has bir araştırma odası vardı. Oraya girmeyi her zaman çok istemişti Tuğçe ama dedesi biraz daha büyümesini söylerdi her zaman. Tuğçe bu duruma çoğu zaman üzülse de dedesinin uyarılarını dinler, ona saygı duyardı. Demesiyle birlikte geçirdiği vakitlerden çok büyük zevk alırdı. Ümit Dede ‘de sevgisini ve bilgisini Tuğçe’den esirgemezdi. Tuğçe’nin meraklı bir çocuk olmasına çok sevinirdi.
Tuğçe, soru dolu gözler ve heyecanlı adımlarla hızlıca içeri girdi. Kapı koluna dokunur dokunmaz bir anda “şak” diye bir ses duydu. O ses, yerini uğultulu ve aynı zamanda da huzurlu bir sese bıraktı. Her taraf gözlerini kamaştıran bembeyaz bir hâle büründü. Dedesini, Fatih’i ve Bulut’u göremedi. Gözlerini açtı. Çalar saatindeki 07.30 alarmını kapattı. Sabah olmuştu. Pencereden yansıyan gün ışıkları yatağına yansıyor, yavaş yavaş odayı aydınlatıyordu. Pencerenin önüne bir serçe konmuş, cıvıl cıvıl şakıyor, sanki Tuğçe’yi selamlıyordu. Ama Tuğçe henüz uyanmak istemiyordu. Gördüğü rüyanın etkisi hala sürüyordu. Çok huzurlu bir rüya gördüğünü düşündü ve mutlu oldu. Aslında ne dedesi vardı ne de Fatih. Hatta kendisi o yaşta değildi. Liseye gidiyor, her gün derslerine çalışıyor, kitap okumayı çok seviyordu. Çocukluğu da bir kasabada geçmemişti. Yine de böyle bir rüya gördüğü için büyük bir huzurla yataktan fırladı. Öyle bir haritayı bir görebilirdi ki? Gökyüzündeki haritanın sırrını çözmek isterdi ama öyle bir olanağı yoktu. Düşüncesi bile güzel olabilirdi ama şu an düşünmek için böyle bir fırsatı da yoktu. Hemen hazırlanıp okulundaki sınavına yetişmesi gerekiyordu. Hayat, sıkıcı ve yorucu olsa da zevk duyduğu hobiler ve gördüğü huzurlu rüyalar için müteşekkirdi. Evden çıkmadan önce Bulut’u besleyip ona sımsıkı sarıldı. Onun hala daha yanında olmasına sevindi ve Bulut’a teşekkür etti. Bulut, bu teşekkürü hissetmişçesine bembeyaz ve yumuşacık elini Tuğçe’nin omzuna koydu. İkisi arasındaki sıkı dostluk sürmeye devam ediyordu. Bu kelimelere dökülemezdi ama gözler her şeyi yansıtıyordu. Tuğçe, bisikleti ile okulun yolunu tutarken gökyüzündeki haritayı tekrar düşündü. Öyle bir haritayı bulmasının imkanı yoktu belki ama kendi anılarının haritasını kendisi çizebilirdi. Bu yüzden her daim içindeki umudu kaybetmeyecek ve anılarının haritasına kıymetli işaretler koyabilecekti.