
Küçücük bir kapıyı kilitledi. Anahtar büyüdükçe büyüdü ellerinde. Bomboş bir odada milyonlarca hayali uğurladı…
Pencerenin önünde oturan mavi bir adam göz kırpıyordu, önünden hâlâ dinmeyen bir duman sızdı. Kendini zor aydınlatan bir lambanın ölüm cızırtısı hiç kaynolmamak üzere yerleşti kulaklarına. Yoğun yaz sıcaklığının buz gibi yalnızlığı vurdu ayaklarına. Parmakları kendi içine çekilip olduğu yere kitlenmek için son gücünü harcıyordu. Gözleri olmayan bir kokuyu aradı. Mutlaka bir yerlerde kalmıştı, kalmış olmasına olan inancı peşini bırakmadı. Unutulmuş çiçeklerin susamışlığı çekti saçlarını. İçinde birden bir şarkı başladı, korktu. Sandalye, yerli yerinde ve hep aynı ciddiyette pencereye olan bağlılığı ile duruyordu, çekinerek oturdu. Gözünün gördüğü en uzak noktayı aradı. Adını hiç bilmediği bir noktaya gitmek için çırpınan kuşları izledi. Tam o an, tam da olduğu yerde, çocukluğundan beri adını hiç bilmediği o noktada saklanmak istedi. İnsan en çok pencereleri sevince mi gitmek isterdi, yoksa her gece balkonda yıldızlarla oynadığında mı? Elbette, uzakta ne varsa en çok ona sarılırdı. Belli ki, annesi bir pencerenin önüne koymuştu beşiğini. Rüzgar sallamış dünya öpmüştü her sabah ayaklarından. Bu yüzden en çok bulutları sevdi, her yolun sonunda onlara dokunabileceğine inandı, inandıkça hiç büyümedi. O unutulmuş evin canımda, hâlâ kalbi buluttan insanlara inanan bir çocuk bıraktı. Hâlâ dizlerinde kabuğu düşmemiş yaralarla…
Annesi, hep yolda büyüyeceğine olan inancıyla pencerelerden uğurlardı. Henüz ayakkabılarını bağlamamışken, annesinin yüzündeki çizgilere el sallardı. Her ardına baktığında ömür atlasına bir çizgi daha eklediğini gördüğünde hissetti büyüdüğünü. Kalbinin içinden hızlı bir tren geçti, durmayacakmış gibi… Yürümeye devam etti, etmeliydi. O kitlediği evin kapısına kadar uzunca…
İnsan bazen evin içinde sarıldığı sesleri, duvarların sessizliğinde dinlediğinde de büyüyebiliyordu.. Bir anda küçücük bir his kocaman bir insan olabiliyordu. Sessizlikten geçerken, sızı gibi bir an gelip göğsüne yerleştiğinde o küçük kız hep altında kalıyordu. Yinede tüm büyük insanlara olan direnmişiliği ile adımladı mutfağı. En sevdiği yer mutfaktı. Belki yemeklerin kokuları altında kendini sakladığını düşündüğünden, belki de mutfağın evdeki hiç bir odaya fark ettirmeden en güzel ışıkları kendine seçtiğini keşfettiğinden. Uzun uzun ve asla nereye varacağını bilmediği milyonlarca cümle vardı elinde. Duvarda asacak tek bir yer bulamadı. Hiç biri için yer kalmamıştı. Dudaklarından bir sessizlik geçti. Ne demişti küçükken kendine, hatırladı. Cümleler de bazen denize atılan ve kaç kez sektiği izlenilen taşlardan ibaretti. Alıp saçlarına takabileceğin yada içinde ağırlığını hep taşıyabileceğin…Denizler bu yüzden bu kadar mavi, içi bu yüzden hep bu kadar ağırdı.Tüm sessizlikleri ezberlemiş tüm uzun cümlelerin beşinde koşmuş bir zihnin yorgun bedeni olarak kala kaldı mutfakta. Yeniden tüm ayrıntılara göz gezdirdi. Her köşe başka bir parçaya başka bir yere benziyordu. Hiç bir şey tam olarak olduğu şekliyle değildi. Bir şeyler aslında zihnindeki resimden çokça değişmişti ve değişmeye devam edecekti. Parmakları, gözlerini kapattığında gördüğü yerlere dokundu. Her kapatılan kapının ardında, parmaklarının değdiği yerler bıraktığını bilmeyi severdi. Yine bıraktı, kendini de bıraktığı bir çok yer gibi.
Bir kapı, kilit sesine saklayabilirdi tüm hikayeleri ve tüm hikayeler başladıkları kapı eşiklerinde bitebilirdi.