Edebiyat

35 ve Filbaharlar

Zaman, bizler için bir yanılgı. Sahibini takip etmeyen, düzenleri bozan ve gelenleri götüren düşman. Bırakalmışlığın, çürümüşlüğün ve toprak olmanın kısa özeti. Her şey bu kadar kısa değil elbette. Doğmak, varolduğunu hissetmek ve ölmek. Bu düzene yaşamak demiyoruz. Yaşamak varlığın kanıtı olmadı şu zamana kadar. Unutulmuş her şey var olmamış, kendi sessizliğinde zamana gömülmüş.

Yusuf, fırtınada esen rüzgârın uğultusu eşliğinde, kurduğu hayallerin birer birer yıkıldığı ve yaşının 35’e yakın olduğu bir zamanda, yolun sonuna gelmiş, çatlamış ellerinde şarap şişesi, açık kahverengi parkasının iç cebinde yıllardır sakladığı kitapla, dik bir şekilde denize bakıyor ve sol elini, bir kuş konar belki düşüncesi ile biraz yukarıda tutuyordu. Deniz ayaklarının altında, kaygan bir kayanın üzerinde korkarak duruyor, düğmeleri düşmüş parkasına aldırmadan, yıllardır boynunda taşıdığı atkıyı yavaşça çıkarıp denize atıyor. Belki çok daha üşüyecek, umurunda olmadığını belli edercesine elini sallıyor atkıya doğru. Denizin üzerinden yavaşça dibe batan atkıya bakıp, hüzünlü gözleri ve çatık kaşı ile aldırmadan uzakları izlemeye devam ediyordu.

Hava kararmış, üşümüş ve hissetmekte yalnızlığı. Yavaşça taşlara basarak kumsala ulaştı ve sola dönerek yürümeye başladı. Yokuş yukarı yürümek her zaman zor gelmişti Yusuf’a. Hafif öksürük krizleri elinden düşmeyen sigarasıyla düzlüğe kadar çıktı ve midesinde dolaşan boşluk hissiyle bir şeyler yemek istedi. Elini cebine attığında son bir sigara parası olduğunu, bu günü de huzursuz ve üstelik aç bir şekilde bitireceğini fark etti. Henüz genç ve dinç olması gerekirken, zamanın üstünde kurmuş olduğu bu acı deneyimlerle çöküşün sonuna gelmişti. Bunu kendisi de iyi biliyordu fakat bir şeyleri değiştirmek için uğraşmayı çok genç yaşlarında bırakmıştı. Şiir yazardı eskiden, öyküleri ağız dolusu küfür doluydu ve korkmamıştı kaybetmekten. Hakkı olan için hep savaşmış, alamadığı zamanlarda bir yerlerde elbette iyi insanlar vardır diyerek şehir şehir dolaşmıştı ülkeyi.

Ara sokaklardan geçiyor ve lokantalardan gelen yemek kokuları zihnini daha çok harekete geçiriyordu. Geceyi sokakta geçirebilirdi ama aç geçirmek gerçekten çok zordu. “Eskiden” dedi kendi kendine, ” eskiden bu şehirde çalacak bir çok kapım vardı, insanlar henüz beni severlerdi ve bu kadar düşmemişken batağa, son kez kaçıp gitmiştim uzağa. “Yusuf’un son gidişi bir hayli olaylı olmuştu. Sevdiği kadını görmek umudu ile mavi binaların oraya gitmişti. Karşılaştığı manzara bir hayli karmaşıktı. Binanın önü bir hayali kalabalık ve tanınmak istemediği için şapkasını örttü ve biraz uzaklaşarak neler olduğunu anlamaya çalıştı. Mavi binanın önünde bir park vardı ve sağ tarafında ki ikinci binada yıllar önce konuşmayı bıraktığı arkadaşı Osman oturuyordu. Balkonda Osman’ı gördü, tereddüt etti önce gidip konuşmak konusunda. Görünüşüne göre bir hayli durumu iyiydi. Evin balkonuna doğru yürürken küçük bir kız çocuğu baba diyerek boynuna atladı. Yusuf, 13 yaşından gençlik çağına kadar arkadaşlık ettiği Osman’ı nerden baksa 10 yıldır görmüyordu ve çok şaşırmıştı kendi haline. Bütün arkadaşları ondan gitmişti gitmesine ama hepsi bir şekilde bir düzen oturtmuş, kendisi henüz tek bir hatıraya bile sahip çıkacak insan bırakmamıştı etrafında. Kalabalığa doğru yaklaşmaya başladı, tanıdık yüzler görüyor, geçmişe dair üzünçlü hisler canlanmaya başlıyordu.

Gerçekten şu andan sonra bir şeyleri değiştirme şansı var mıydı? Düşünmeye başladı, düşündükçe kafasından ayaklarına kadar inen acı bir sızı ruhunu çok daha yaralıyor, inanmadığı onca hissin varlığı altında eziliyordu. Son kez yüzleşmek istedi geçmişiyle ve ilk kez olsun haksız çıkmayı göze almıştı. Osman’ın balkonuna doğru yaklaşmaya başladı, başını yukarı doğru kaldırdı, cebinden sigarasını çıkardı, yavaşça yaktı ve Osman’a doğru bakıp o ağır ses tonu ve geçmişte sahip olduğu eski hisler kadar canlı bir şekilde ”Merhaba Osman.” dedi. Osman, tanıdığını belli edercesine baktı ve yıllar önce yaşanan kötü anıları, sessizliğe gömmüşçesine Yusuf’a bakıp ”Yusuf, nerelerdesin sen? Bekle geliyorum.” diyerek balkonun kapısını açtı, küçük kız şaşkınca ”Yusuf abi sen misin?” diye sordu ve o anda Yusuf’un gözlerine hüzünlü bir hal ve geç kalınmışlık hissi belirdi. Hiç bir şey söyleyemedi. Sessizce başını salladı ve Osman köşeden dönerek hızlı adımlarla yaklaşıp Yusuf’a sarıldı.

Biraz muhabbet ettikten sonra geçmiş anılardan konuşmaya, Yusuf’un nasıl bu hallere düştüğünü sormaya başladı. Yusuf yıllardır konuşmamış olduğu dostu ile bir şeyler paylaşabiliyor olmanın heyecanı ile kısaca bahsetti başına gelenlerden. ”Biliyorsun sürgün gibi hayatımı düzene koymaya çalışıyordum en son zamanlarda. Yaşım henüz 24 civarındaydı. Bir işe girdim, yıllar sonra bir insanı sevmeye çalıştığım zor dönemlerdi. Tabi kısa sürdü bu macera, her zaman olduğu gibi işten kovuldum, o zamanlar da G… henüz Zonguldak’ta bildiğim kadarı ile. Her şeyi berbat etmişim, bari bir kez O’nu göreyim umudu ile son paramla Zonguldak’a gittim. Otobüsten indim, semt semt arıyorum, her yere bakıyorum. Gece oldu, cepte para kalmadı. Bana bir fotoğraf göndermişti deniz kenarından, güç bela orayı buldum. Bir banka oturdum ve beklemeye başladım. Evet dedim kendi kendime, her şey yoluna girecek. Sevdiğin kadın yanında olacak artık düşüncesi ile umut ediyordum. Hava kararmaya başladı, insanlar yürüyor, her yüzde O’nu arıyordum. Saatler geçti ve kendi kendime elbet bir vakit gelecek buraya her sabah gelirim, beklerim akşama kadar dedim. Vakit hayli geç olunca kalktım, yürümeye başladığım sırada karşımdan geliyordu. Eğer yüz kilometre koşsaydım durmadan, kalbim öyle atmazdı, görmek istemediğim olanı gördüm ve gözlerim şaşkınlıkla kararmaya başladı. Arkamı döndüm ve koşmaya başladım, öylesine çok koştum ki, en sonunda dayanamadım. Sonra kaçak olarak Paris’e, oradan başka başka ülkelere kaçtım. En sonunda yine kendimi bu izbe şehirde buldum.”

Osman, Yusuf’un bu halde olmasına üzülmüş ama elinden bir şey gelmeyeceğini belirten bir bakışla sessizce duruyordu. İçinden, ”Eh be Yusuf, nereye kadar böyle?” dese bile ”Olanlar oldu diye mi vazgeçtin yaşamaktan?” diye sitem etti. Yusuf bu soruyu cevapsız bırakıp ”Ne oluyor, bu kalabalık ne burada?” diye sordu. Osman ”Bence gitmelisin buralardan, hatta imkanın varsa hiç gelme.” deyince, kısa süren bir sessizlikten sonra yavaşça yürümeye başladı Yusuf. Uzun bir süre yürüdükten sonra otogara gitti. Sahip olduğu hiç bir şey yoktu. Sadece insanlar artık hiç bir düşünceyi, hissi ve arzuyu umursamıyordu o kadar. Geçip giden zamanları, anıları ve hatıraları beraberinde yok edemezdi elbette ama yeni bir yaşama hakkı olduğunu düşünüyordu. Bu gücü nasıl ve nereden bulacaktı peki?

Bu zamana kadar gördüğü her şey karşısında acımasızca onu izliyordu. Bırakmıyor, vazgeçmiyordu belki, belki de bu halinden memnundu. Kim bilebilir ki? Sevgi ulaşılması güç olan değil, ulaşılması olmayan bir kavramdır. Gittikçe daha acımasız bu dünyada Yusuf sadece iğne ucu kadar bir iz bırakacak olsa bile, ulaşılmayacak şeylerin peşinden yıllarca gitmişti. Otogarda otobüslere bakıyor, şehir isimlerine göz gezdiriyor, ”Gitmediğim bir köşe kalmamış. Başlangıç için en uygun yer burası” diyerek iç cebinden Kitabı çıkartıp kapağında yazan hüzünlü kelimeye bakıyor ve bir sigara daha yakıp ”Gaia, gezdim. Gördüklerim ruhumu, hissettiklerim kalbimi öldürdü. Boynuma dolanmış olan yağlı urgan değil belki, zamanın kötücül kolları.” diye iç geçirdi.

Bir banka oturdu, elinde kitap ve diğer cebinden kalemi çıkarttı. Her köşesi çizgilerle ve kelimlerle dolu kitabın boş bir sayfasına hüzünlü…

Kelebekler vadisinde dolaşıyor ruhum,
Sana bakmakta aynadan.
Sen başka kollarda, ben soğuk ve asfalt yollara sığınmışım.
Yanına gelmek için mi uğraşım,
Yoksa sana varmak için mi bekleyişim.
Hüzünlü çocukluğum,
Gençliğim, eyvahlar dolu.
Uzaksın,
Tuzaksın ve şimdi başak günlerinde bile yoksun.
Şehrin kargaları ve gri bulutları bile özledi seni,
İlk ve son sarılmamızdı ağaç.

Her şeyi değiştirebilir insan, değişim başlangıçtır ve en zor zamanlar en muhteşem değişimlere sebep olmuştur. Sevgi çok güçlü bir eylem, umut hissiyatının başlangıcı ve bütün kötü zamanların en büyük sebebi olan bir hisle yola çıkmak kadar yorucu bir yaşam olamazdı Yusuf için. Yeni, yeniden ve yenilenen yaşamlarda, bir sabaha uyanabilmenin tek bir sebebi olamazdı. Karmaşık düşünceler ile her şeyin başladığı yere gidecek olan otobüsten bilet aldı. Tekrardan yaşamak için anları, aynı yerde olmak istiyordu. Beyaz kesik çizgiler eşliğine yirmi bir saat süren yolculuk, yorucu düşünceler ve anlamlı anlamsız bir çok düşünce beraberinde yol almıştı Yusuf’un.

Otobüsten indiği sırada, yıllardır soğukluğunu bildiği şehrin yeniden soğuk rüzgarı ve ısınmayan keder dolu yollarını yürümeye başladı. Yürüdükçe düşünceleri daha çok netleşiyor ve kendine yıllardır etmekte olduğu zulüm omuzlarından düşüyordu. “Yüzleşmek, unutmaktan daha kolay.” diye iç geçirdi. Camekanlarda kendine bakıyor ve gençlik yıllarında olduğu gibi yüzünde salt ifade, elinden düşmeyen sigarası ve özgürlüğüne yeni kavuşmuş bir mahkumun maviye olan hasretini giderdiği gibi, anılarını birer birer hatırlayıp kafasında dolaşan örümceklere, “Evet, bunları yaşadık. İyisi de kötüsü de bizim içindi.” diyerek ruhunu yeniden kalsedon rengine dönüştürüyordu.

Yusuf’un bu yürüme serüveninde yazarın şahit olduğu olay yüzleşmekten ziyade acıyı yeniden tatma duygusuydu. Yusuf umarsızca beyninin ara sokaklarında dolaşıyordu yazarın. “İyisi olmadı ama kötüsüne bile sımsıkı sarılmıştı çünkü yazar.”

Otuz yedi saat sürmüştü bu yürüyüş ve her sokakta her anı teker teker yaşamıştı Yusuf. Sevgi, nefret, öfke, kan, kavga, yarım sigaralar, kırık bira şişeleri, soğuk banklar, parklar ve ara sokaklar. Her şey yeniden hatırasında canlanmış, yüzleşilmesi gereken ne var ise karşı karşıya gelinmişti. Zaman ile kavgasında günlerini yitirdiği yaşamına mecaz bir anlam yükleyebilmişti sonunda Yusuf. “Tükenmek, insana değil, zamana has olan bir şeydi. Zamanla bunu anlamış olmam ne acı.”

Öylesine değişti hiç bir şey ve öylesine gelmemiştik bu Dünya’ya. Öyle hissettiği için mi öyle düşünüyordu yoksa öyle olmak zorunda olduğu için mi öyle düşünmüştü? Öyleyse yeniden öyle hissetmeye devam etmesi gerekirdi. Öyle değildi bunu kendisi de biliyordu. Öylesine yaşamamıştı ve öyle olduğu için vaz geçmemişti yaşamaktan. Öyle oldukları için vazgeçmişti bir çok histen ve öylesine derinde hissetmişti yalnızlığı, nefreti. Öyleyse şimdi zamana denk düşme vaktiydi. Öyle yapacaktı, öylesine içinde hissettiği o ruhunu, mavi göklere ulaştırmak için öylesine bir güce ihtiyacı vardı. Öyleyse o gücü kendinde bulmalıydı. Öyle olmalıydı, Yusuf, öylesine karanlıkta durduğunu zannetse bile, öyle bir aydınlık vardı ki bir kulaç sonrasında. Öyle olduğunu hissettiği anda öylesine bir güçle o kulacı atacaktı. Öylesine bekliyordu bunu.

Ne olacaktı peki şimdi, Yusuf ne yapacaktı ki zaten kendisi bile bilmiyordu. Bunu yazan nereden bilecekti ve kafasının içinde olmayan, yaşanmış ve yaşanmakta olan anlara ve hislere nasıl yön verecekti. Zamana bırakmak, burada tüm anlamını ve gücünü yitiriyor. Bir şeyleri ancak ve ancak kendimizde bırakırız. Kendimizde kalmazsa o anlar, hisler, düşünceler ve yaşanmışlıklar, bir başkasının hayatı içinde yok olur, kendimizi bulmadan son buluruz.

Yarım kalmış onca hikayeden sonra bunu tamamlayacak olabilen tek olgu yaşamdır. Bir şekilde ve her neyse.

Hangi çocukların neye imrenmesi yalınayak şiirdir? ( Ece AYHAN )

Ahmet

Ruhun karanlığından, savaşın başında ve kimyasal silahların ortasında doğan insan.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu