Karanlık, hiç olmadığı kadar yoğundu ve yıldızlar olması gerekenden çok daha fazla belirgindi. Doğu şehirlerinden birinde dağda kaybolmuş, yol kenarında akan suyun yanına arabamı park etmiş vaziyette bekliyordum. Bekleyiş hüzünlü ve anlamsızdı. Yola çıkmam için neler yapmam gerek bilmiyordum. Yalnızlığı sadece hissetmekle kalmıyor, dokunabiliyordum. Ne bir hayvan ne bir rüzgar sesi gelmiyordu. Her şey donup kalmışta bir tek ben yaşamaya devam ediyordum sanki. Bu bilinmezlik ortasında, radyodan gelen cızırtılar kulaklarıma ulaştıkça, daha çok sessizliği hissediyordum. Bir metre ötemi bile göremezken, gideceğim güzel yerlerin hayalini kurmaya başladım. Şuna benzetiyorum bunu; “Yoksul mahallelerde büyüyen çocuklar, çok zengin olduklarında kendilerine hep bir para miktarı belirler ve çok istikrarlı şekilde harcalar. Fakat hayat onlara harcanan bir liranın hesabını bile sormasını öğretmiştir. Tabi ortada harcanacak tek kuruş yokken.”
Neden vakit ilerlemiyor ve ben neden bekliyorum. İlk defa olsa gerek, gözlerimi ellerime alıp koşmak ve ayaklarıma batan dikenlere aldırmadan, çakıl taşlarına ulaşmam gerektiğini düşünüyorum. Ne diken nede çakıl taşı var halbuki. Sonsuz karanlığın ortasında bir başıma ve ruhumun yangınları ile baş başayım. Varoluş artık anlamını yitiriyor dudaklarımdan dökülen birkaç damla hecede. Ben, kendimden nefret etmekle mükellef zannederdim kendimi. Daha büyük sorunlar varmış. İnsanların bana olan nefretinden uzaklaşmak ve kendi nefretime sığınmak gibi. Kendime olan nefretimden emin olduğum için bunda sıkıntı yaşamıyordum. İnsanların nefreti o kadar şaibeli ki; sevgilerinden, övgülerinden, iltifatlarından ve bakışlarından çıkan nefreti görebilmek için 232 yıl yaşamak bile yetmiyor.
Nerede kalmıştı güneş, kimle kavga ediyor şimdi? Kim incitti ruhumu ve kime incindi ruhum? Sahi vakit durmuş olsa bile ben ilerleyebiliyorken rüzgarı susturan kim? Ölüler konuşur mu?
Kim verecek bunların cevabını? Ben kendime yetememekle meşgulüm.
Yola çıkıyorum, başımda soğuk bir migren acısı. Uyutmuyor. Kaldırmıyor aynı zamanda. Uykusuz ve uyku ile yola devam ediyorum. Arabanın tekeri döndükçe güneş tepeye çıkıyor. Saatlerce tepeye çekiyorum güneşi, uyku gözlerimden kan gibi sızıyor. Öyle ince bir yaradan sızmak değil bu. Bileklerimi dikine kesmişimde, sıcak ve yoğun akıyor ellerimden aşağıya. Yer çekimi içine çekiyor, güneş haybeye tepemde şimdi. Kafamı kaldırıyorum, yine aynı yerdeyim, su akıyor. Arabadan iniyorum, suya elim değince, kıpkırmızı oluyor su. Bileklerimi kesmişim halbuki. gözümden akan yaşlar değil, kanlı ellerle gözlerime dokunmuş, uykuma çare arar gibi bakmışım güneşe.
Kırmızı ve Haziran hiç bu kadar yakın değildi bedenime. Kan hep dönüp dolaşıyordu içimde fakat, hiç böylesine canlı hissetmemiştim kanı. Ölmüştüm belki, belki de rüyam bana bakıyordu uzaktan. Üçüncü şahsın filmi gibi hep uzaktan bakıyordum kendime. Camekanlarda kendime, aynada kendime, suda kendime bakıyordum. Ruhum beni hep köşede bekliyordu. Köşelere çıkmak felaket oluyordu. Üçüncü sınıf romantik komedi filmlerindeki gibi biri ile çarpışmak felaket olurdu ve eros. okunu çok boktan yerlere fırlatıyordu.
Güneş nereye kayboldun? Sana doğru akmam gerekiyordu. Sana küçük yalanlarım vardı aslında. Aslında öylesine büyükler ki, yalan olduğunu asla bilmeyecektin. G* saygısızlık yapmıştı sana. Ağız dolusu küfürler etmiştim ve siktir git; “hoşça kal” ile aynı değeri taşıyordu. Radyoda ıssız bir müzik şimdi, sen 980 kilometre uzakta. Ben güneşe çok yakındım bir zamanlar, sana akmaya çalışıyordum. Kanım aktı bir avuç toprağa.
Topraktan kanı alıp tekrar bedenime sokmaya çalıştım. Artık bedenimde gezen toprak parçalarını hissedebiliyorum. Küçük bir hata gibiydi bu belki ama, ufalan toz toprak, geç esen rüzgarla birlikte gözüme ve ağzıma doldu. Gözümde altın renginde bir toprak parçası, kahverengi olan ile kavga ediyor. Altın hep kaybediyor zaten, gözlerime bu kavgadan kalan yoğun siyah bir çift göz oldu. Halbuki biraz kahverengine çalsa ne güzel olurdu gözlerim. Zaten göremiyorum gökyüzünü. Gün yüzü hiç karşıma çıkmadı, dokunama fırsatım dahi olmadı. Ağzıma dolan toz parçalarının tadı, tükürüğümle buluşunca toprak tadına dönüştü ve çamur gibi oldu ağzımda. Bilirsiniz ben çamuru çok severim. Şekeri hiç sevmedim ki*.
Birçok, belki çok az şey yaşadım bu hayatta. Kargalar en büyük dostum olmuştu izbe sokaklarda, dağlarda Yusufçuklarla yürümüştüm yılanlı, çıyanlı yolları. Siyah gözlerimle renkli dünyalara bakmıştım, renkli dünyalarda kaos hakim. Gri şehirlerde, senin ve benim kanım akmıştı. Yüzüme damlayan su ile kendime gelmiştim. Uyandım, gözlerim yerinden fırlamış, avuç içlerim ve parmaklarım bana yol göstermeye çalışıyor gibi. Sandığımdan daha karmaşık bu dünyada ben, kendime yenik düşmüştüm.
Migren, huzursuzluk ve stres, bu kelimeler ile ifade edilse bile, hasta ruhumu ifade ve tedavi edecek bir şey bulamıyordum yeryüzünde. Yeryüzü, bütün hastalıklarımın sebebi.