Dizi&Filmİncelemeler

Tenet Film İncelemesi: Tempolu Müzik Eşliğinde Zaman Akıyor

2020 yılını kısaca anımsatmak isterim. Bitkin bir şekilde günlerimizi geçirdiğimiz bir dönemde yavaş yavaş sinemaların açılması ile yorgun zihinlerimize yeni bir soluk mu geliyor diye düşünüyorduk. Sonuçta sinemada sürekli yeni bir şeyler denemesi ile ünlü olan Christopher Nolan’ın yeni filmi Tenet vizyona giriyordu ve zihnimize yeni bir ışık tutacak gibi de duruyordu. Ünlü yönetmenin önceki filmlerinden tanınmışlığı, karantina döneminde oluşan film boşluğu ile birleşince de büyük bir beklenti yaratıyor, adeta bizi gündemden sıyıracak bir film getirmeyi vaat ediyordu. Nolan filmi idi sonuçta, insanlar yeni bir Inception, bir Interstellar, bir Memento bekliyorlardı. Sonuç olarak, bu beklentilerle birlikte film vizyona girdi. Ardından hastalığa yakalanmaya değecek bir film mi diye birçok insan kafasından hesabını yaptı ve gerekli görenler gidip izledi. Fakat artık filmin, risk dolu sinema salonlarından çıkıp dijital ortamımıza düşmesi ile bir inceleme yapmanın zamanı geldi. Vaktinde gidip izlemeye karar vermiş kitleden biri olarak neler kaçırmamış olduğunuzu gelin spoiler’sız bir şekilde konuşalım.

Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki uzun süreden sonra insan kendini sinemada bulunca hafif bir endişe ile sulandırılmış bir heyecan yaşıyor. Ve tahminim de şu yöndedir ki, Nolan dedeciğimiz de (50 yaşına girmiş adam yahu!) bu hissiyatlar içerisinde olacağımızı tahmin etmiş biraz. Malum, film oldukça hızlı bir tempo ile başlıyor, koşturmaca, aniden sahneye giren silahlı insanlar, titreyen koreografi ve Hans Zimmer’ın boşluğunu harika bir şekilde doldurmuş olan Ludwig Göransson’ın kulakları sağır eden ama bir yandan da zevk veren müzikleri derken kendinizi resmen bir lunaparktaki hızlı bir trene binmiş gibi hissediyorsunuz. Bu gayet harika bir his, insana özlemişim sinemayı dedirttiriyor. Yalnız bu verdiğim örnek önemli çünkü yazının sonunda da filmin ne yazık ki bu hızlı tren deneyiminden öteye gidemediğini hatta gitme gayretinde bile bulunmadığını fark edeceksiniz. Bu haliyle, salondan ayrılınca kafamda kalan şey, acaba Nolan bu filmi kasıtlı olarak karantina dönemi için mi hazırlamış, evden izlesek tadı kaçar mıydı düşüncesiydi.

Film, hızlı ve heyecanlı bir şekilde başlıyor. Tıpkı o hızlı tren gibi süratle yukarıya çıkıyor ancak bir süre sonra önemli bir eksiklik hissetmeye başlıyorsunuz. Bilirsiniz, o trenin insanı en çok doruğa çıkarttığı ve nefes nefese bıraktığı an aslında trenin tepedeki en uç noktada yavaşça durduğu ve hızlıca aşağı inmeye başlamadan önce sizi beklettiği andır. Yani aslında eğlencenin hızı azalsa da bu sakinlik içerisinde size maksimum adrenalini yaşattığı noktadır, filmin sakinleşip mantığını oturttuğu nokta. Film boyunca böyle bir anın gelmesini istiyorsunuz çünkü film uzunca bir müddet sizi koreografisiyle, müzikleriyle, aksiyon sahneleri ile eğlendiriyor ama bir saniye geri yaslanıp, hikâyedeki odak noktasının ne olduğunu, kötü karakterin motivasyonunun ne olduğunu, tabiri caizse ekrandaki karakterlerin neden birbirine girdiklerini, filmin bilim kurgu yönünü oluşturan zaman algısının nasıl işlediğini açıklamak için çok az zaman harcıyor. Hatta filmin kendisi de bunun farkında, birçok sahnede resmen karakterler kendi replikleri ile: “Mantığını çok anlamaya çalışma güzel kardeşim, sen eğlenmene bak.” diyerek bizi geçiştiriyorlar. Film anlamamak üzerine tasarlanmış gibi yani.

Tabii, doğal olarak bu izleyici ve filmin kendisi için zararlı. Eğer o hızlı tren, seyirciye soluklanması için birkaç saniye vermezse ve aşağı doğru inmeye başlamaz, onun yerine sonsuza kadar gökyüzüne doğru çıkar ise, seyirci nefessizlikten kendini kaybeder. Şahsen ben, filmin başlarında pür dikkat odaklanmaya çalışsam da bir noktadan sonra artık yeter deyip vazgeçtim ve koltuğuma yaslanarak oluşuna bıraktım. Film, bilim kurgu faktörleri ile aşırı oynadığı sahnelerde takip mekanizmamı kırmama sebep oldu ki bu bir stand-up gösterisi değil, bir film, üstelik bir de Nolan filmi. Filmin kendisi bilinçli bir şekilde bunu yapınca da bu sefer de bir sonraki sahnede: “Neler oluyor ya?” derken buluyor insan kendini. Yani hem seyirci filmi anlamamaya başlıyor hem de filmin kendisi, diğer Nolan filmlerinde olduğu gibi arka sahnede usulca akan hikâyeden, filmi ilginç yapan mantığından bilinçli ve istekli bir şekilde yoksun olduğunu belirtiyor. Bu sefer de siz filmi hiç ciddiye almamaya başlıyorsunuz.

Yanlış anlamayın, film anlaması çok zor demiyorum. Hatta doğası gereği, filmin sonuna doğru gerçekleşecek olan bazı olayları tahmin edebiliyorsunuz. Ancak sanki film kendini gereksiz yere karmaşıklaştırmaya çalışmış ve bunu yapmak için de anlaması zor bir hikâye çıkarmak yerine hikâyeyi anlamamıza sebep olacak sahneler filmden çıkarılmış gibi. Sonuç olarak da karşınızda tabiri caizse tam olarak pişmemiş, yarım bir film duruyor.

Birçok sahnede filmin diğer eksiklikleri ile de bu yöne doğru eğrildiğini görebiliyoruz. Nolan’ın filmlerinde mutlaka kendine has ünlü bir teknik çalışma, bir deneme yaptığı sahne vardır. Bir filmde uçak patlatır, bir filmde ise oyuncuları ve odayı kamera ile paralel olacak şekilde döndürür. Ancak bu tarz görsel olarak hoş sahneler dışındaki neredeyse diğer tüm sahneler hızlıca geçiyor, bir önceki sahnede yaşanan olayların neden yaşandığı çok az açıklanıyor ve karakterler arasındaki ilişkiler çok az işleniyor. Örneğin, Insterstellar filmini izlerken etkilendiğimiz o büyük sekansları anlamlandıran nokta da içten içe ana karakterimizin kızına kavuşmasını ummamız idi. Ama bu filmde karakterler ile böyle bir özdeşleşme yaşamak söz konusu değil çünkü zaten karmaşık bir anlatım yapmış olan Nolan, diğer detaylara çok değinmeden hemen geçiyor. Diğer detaylardan kastım da karakterler, ilişkileri, hikâyenin işlenişi, kötü karakterin yapısı ve daha birçok şeyi içine alarak tam anlamıyla diğer tüm detaylar.

Önemli detaylar biraz soluk bırakılınca da tüm film boyunca birbirleri ile 3-4 tane diyaloğu olan ana karakterlerin film sonunda bir tane duygusal sahne yaşadığını görünce duygusuzca ekrana bakakalıyorsunuz. Çünkü karakterler film boyunca sizin için bir iş arkadaşı gibi uzak kalıyor. Veya tüm filmin etrafında döndüğü kötü karaktere sıra dışı bir motivasyon vermek yerine resmen Türk dizilerindeki “Ya benimsin, ya kara toprağın!” diye gezinen eşkıya tipli karakter motivasyonunu filme koyduklarını görünce seyirci iyice bir bayıyor. Yani sanki geniş bütçeli bir Show TV dizisini Nolan yönetiyormuş gibi hissettirdi filmin senaryosu adeta. Kim bilir belki de biz aşina olduğumuz için bize bayıcı geliyordur ama bir İngiliz beyefendisi olan Nolan için bu tarz tiplemeler mitolojik bir figür gibidir.

E peki, derdi ne bu filmin? Yani normalde hikâyeyi dolduran bu detaylar bu kadar es geçiliyor ise, filmi satan şey nedir? O da işte Nolan’ın isminden kaynaklanıyor sanırsam. Aklındaki yeni teknik deneyleri ve fikirleri bize yedirtme amacıyla yola çıkmış olan Nolan adeta beyaz perdede bize kendi hünerlerini gösteriyor. Önce bir bulmaca oluşturuyor, sonra da o bulmacayı kendince çözüyor ve siz de sahnedeki sihirbazın ne yaptığını anlamadan şahsi şovuna tanıklık ediyorsunuz. Bu haliyle filmi sanki kendine çekmiş gibi.

Bu deneyimden sonra insan ister istemez bir sahne canlandırıyor kafasında. Sanki yaz sıcağında otururken Nolan’ın aklına bu filmde işlenen zaman konsepti gelmiş: “Bu harika bir fikir, bunu hemen çekip, film yapmamız lazım!” diye düşünmüş ve kimse de gelip: “Nolan dur! Önce bir doğru düzgün senaryoyu oturtsaydık.” dememiş gibi.

Acımasız olmak istemiyorum, ben filme eğlenmek için gittim ve oldukça da eğlendim. Zaten beklentim: “En kötü ihtimalle, bir Nolan filmidir yahu.” şeklinde idi. Sonuç ise bence en kötü Nolan filmi şeklinde oldu. Sinema dünyasında gene de izlenebilecek, hoş ve eğlenceli bir film çünkü eksikliklerine rağmen filmin müzikleri, oyunculukları, görüntü kalitesi ve aksiyon sahneleri eğlendirici ama bir eğlendiricilikten öteye gitme konusunda bir başarısı ve hatta gayreti yok.

İnsanlar yıllardır şakasını yapar: “Nolan filmlerinin bir formülü var, hep aynı şeyi yapıyor bu adam!” şeklinde diyerek. Buna karşılık olarak da güzel işlenen, oturtulan karakterler ve filmin senaryosunu göstererek: “Formül en azından gözümüze çarpmıyor çünkü filme güzelce yedirilmiş başka değerler de var.” diyebiliyorduk. Inception’da uzun uzun kötü karakterimizin babası ile ilişkisini veya ana karakterin karısı ile ilişkisini görüyor ve anlıyor idik dolayısıyla filmin sonunda bu karakterler birbirlerine bakıp ağlayınca seyirciye bayat gelmiyordu. Ama bu filmde Nolan resmen formül dışına çıkmamış, çıkmak istememiş. İnsanlar ağzından salya akıtarak izlesin bana yeter demiş. Böylelikle de eğer hakikatten bu filmde ne anlatılıyor diye merak edilmiyorsa, filmin tekrar izlenebilirliğini ne yazık ki yok.

Sonuç olarak ne beklemelisiniz ve değer mi? Efendim dediğim gibi, gene bir Nolan filmi, dolayısıyla piyasadaki birçok filme kıyasla daha kaliteli bir iş ama bir yandan da en kötü Nolan filmi. Bunu bilerek ve bekleyerek izlemelisiniz. Az pişmiş ve biraz daha mikrodalgada bırakılması gereken bir hazır paket Inception gibi. Gündemde hastalık varken izlemeye değer bir film mi? Eğer yeni bir tat arıyorsanız evet, zaten son zamanlarda sinemadan çıkan en iyi filmlerden biri bu olmalı. Ancak mutlaka evdeki en büyük ekran televizyonda veya monitörde izleyin, yoksa iyice kafayı yersiniz ekranın köşesindeki insancıklar niye geri geri yürüyor diye.

İyi seyirler.

Efe Ayan

Başta edebiyat olmak üzere bilumum sosyal bilimlere ilgilidir. Eğer kedi severek dizi veya film eleştirmiyorsa kendisini @efelaruse olarak sosyal medyada bulabilirsiniz.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu