John Wick: Bir Karakteri Tanıtmanın Özgün Yöntemi
Her yiğidin ayrı bir yoğurt yiyişi olduğu gibi her filmin de kendine özgü bir karakterini tanıtma şekli vardır. Bazısı karakterlerini eylemlerinden önce sözleriyle, adeta göğe sığdıramayacak şekilde tanıtır. Şu tarz sahneleri hepimiz iyi biliriz. Filmin ana karakteri veya düşmanı sahneye girer ve ben Kaptan Jack Sparrow’um diye kendini tanıtır veya senin en büyük düşmanın Syndrome’um ben diye kendilerini filmin merkezine oturtuverirler. Bu sahnelerin filmde özel bir yer ayırılması ile bahsi geçen karakterin film içindeki önemini anlamış oluruz. Fakat klasikleşmiş eserler içerisinde bu tarz klişeler tahammülümüz altında kalsa da yeni eserlerde gözümüze çarpar hâle geldikleri gibi eseri orijinalliğe itebiliyor ve hatta alacağımız zevki de kısıtlayabiliyor. İşte 2014 yılında hayatımızda giren John Wick serisi tam da bu klişe anlatım şeklini değiştirmeyi başaran bir eser. Özellikle daha önce başka başarılı işlerde de bir yeniliğe imza atan oyuncuları, yönetmeni ve yapımcıları ile farkını ortaya koyuyor.
Tüm film serisini topluca hedef alan bu tezimde John Wick serisinin diğer aksiyon filmlerinden ayrıldığı en önemli nokta olan karakteri sunma işlevinin ne kadar başarılı ve özgün olduğundan bahsedeceğim. Tüm seri boyunca John’un sahip olduğu korkunç şöhret, karakterin bizzat yaptığı uzun yorumlara veya monologlara ihtiyaç duymadan hikâyeyi ilerletecek, karakterin nasıl biri olduğunu bize tanıtan soluksuz aksiyon sahnelerine ve etkileşimlere yol verecek. Barizdir ki yazı üç film hakkında da yoğun oranda spoiler içeriyor, uyarmadı demeyin.
İlk İzlenim ve Yan Karakterlerin Önemi
İlk olarak filmde John ile nasıl tanıştığımız önemli. Seri bize ilk filmde John’un köpeği ve karısının hatıraları ile geçirdiği süre üzerinden bize John’un insani yanlarını gösteriyor. Büyük bir acısının, kaybının olduğunu ve geçmişini arkasında bırakıp, aile hayatına karışmış yani en azından karışmaya çalışmış birisi olduğunu öğreniyoruz. Ancak tabii ki John’un bu huzurlu hayatı kısa sürer ve ölmüş karısının hatırasına yönelik yapılan birkaç yanlışın ve saygısızlığın ardından John eski hayatına geri dönmek zorunda kalır. Burada izleyicide alışık olduğu bir Max Payne veya bir Taken hikâyesi görme beklentisi oluşuyor ki burası kritik nokta. Bakın güzelim aile babası adamı delirttiniz, şimdi intikam için sizi avlayan birine dönüşecek diyoruz. Fakat tam olarak burada film benzerlerinden ayrılıyor.
John öfkelenip, yere balyozuyla vurmaya başladığı andan itibaren filmin seyri değişiyor. Suikastçılardan oluşan bu şehrin tamamı bir nevi John’un yeniden doğuşunu hisseder oluyor. O andan itibaren film serisinin her dakikasında John’u veya şöhretini duymuş olan, tanıyan insanlar ile karşılaşmaya başlıyoruz. Evindeki gürültü şikâyetine gelen polisler John’u silahlı görünce geri adım atar oluyor, oğlunu avlamaya geldiğini gören mafya lideri sessizce ölümü bekler oluyor çünkü yapabileceği hiçbir şey olmadığını kendisi gayet iyi biliyor. Bir barda üç kişiyi yalnızca bir kalemle öldürmüş olmak ve daha bir nicesi John’un arkasında bıraktığı izlerin ve salmış olduğu namın korkusu olarak bizleri de içine çekmeyi başarıyor. Buradan anlıyoruz ki bu adam sonradan kötü birine dönüşen bir ana karakter değil, tam tersine vaktinde bu kimliğini arkasında bırakmaya çalışmış ama başaramamış olan birisi. Filmde de geçtiği gibi kendisi Boogeyman canavarı değil, onu öldürmek için gönderdiğiniz adam.
Böylelikle film içerisinde John’un tam olarak kim olduğunu ve neler yapabileceğini, onu tanıyan yan karakterlerden öğreniyoruz. Ayrıca yoğun monolog sahneleri de John’un yaratıcı şekillerde milleti öldürdüğü sahnelerle birleştirilerek dikkatimizi hat safhada tutmayı başarıyor. Böylelikle yan karakterlerin John’a karşı olan korkularını biz de ensemizde hisseder oluyoruz. Ayrıca korkutucu birisi olması dışında John’un suikastçı dünyasında saygı duyulan bir tanınırlığı da var. Karşılaştığı her rakibin dövüşü kaybetmeden önce veya sonra John’a son bir saygı duruşları mutlaka oluyor. John’u tanıyan ve ona saygı duyan ama bir yandan da onu yenmiş olma onuruna ulaşmak isteyen diğer suikastçıların sayısı giderek artıyor. Böylelikle yan karakterler, ana karakter için bir hedef tahtası olmaktan çıkıp, ana karakterin etrafındaki şöhreti güçlendiren önemli hikâye anlatım parçaları oluyorlar.
Bu yan karakterler ayrıca John’un içinde bulunduğu acımasız dünyayı da inşa eden noktalar. Tüm seri boyunca kendisine sık sık kurallardan ve yıktığı bu kuralların sonuçları olacağından bahsediliyor. John’un hayatını kurallara bağlı bir şekilde geçirmeye çalışan birisi olması değinilmesi gereken ayrı bir değerli nokta olsa da burada yan karakterlerin parladığı kısım şu ki John’un kurallarla dolu bu hayata bir nevi itilmiş olduğunu anlatıyorlar. Özellikle üçüncü kendisi yetiştiren kişiler üzerinde John’un yetimhaneden alındığı andan hayatının çoğunu sefalet ve tutsaklık altında geçirdiğini öğreniyoruz. Filmde de geçtiği gibi sanat, acı çekmektir ve yaşamak eziyettir.
Karakterin Hayat Felsefesi
Peki, John’u diğer suikastçılardan ayıran nokta nedir? Kendisinin kararlılığı ve şahsi hayat kurallarına bağlılığıdır. Serinin ikinci filminde John’un parlak renklerle donatılan bir gece kulübüne saldırdığı bir sahne vardır. Bu sahnede bıçaklayarak öldürdüğü kişinin ölene kadar dimdik gözlerinin içine baktığını gözlemleyebiliriz. Gözlerinin içinde tek bir duygu göstergesi, zevk, nefret veya pişmanlık yok. Yalnızca kararlılık var. Başka bir örnek olarak, aynı filmin ilerleyen sahnelerinde filmin esas kötüsü John’a: “Beni öldürmek için buradaysan merak ediyorum nasıl yapacaksın” diye sorar. “Şu kadının kalemiyle mi, o adamın bastonuyla mı, ya da arkadaki gözlük ile mi?” John tek cümlede cevabını verir: “Ellerimle.” Birçok açıdan bizzat kendisinin öldürdüğü adamlar bile John’a karşı ilgi duyarken, John duruma sadelikle yaklaşır. Ortada yalnızca John ve onun hedefi vardır. Bu açıdan Pratik Stoacılık, John’un en ayırt edici karakteristik özelliği. Zorunda kalmadıkça kuralları kırmıyor, az ve öz konuşuyor, hedefine ulaşmak için gerekeni yapıyor.
Görsel ve İşitsel Uyum
Stoacılık demişken, filmin renklerinden ve müziklerinden de bahsetmeden geçmek olmaz. Karakterimizi bir sahnede mavi ve mor ışıkların etrafı boyadığı bir gece kulübünde, diğer bir sahnede ise yağmurlu havada New York sokaklarında koşarken görüyoruz. Filmin Neo-Noir havasını destekleyen harika renk skalası ve yoğun tonları eşliğinde arkada buna uygun müzikleri de oldukça uyumlu bir havaya sahip. Filme lezzet katan bu noktaların ayrıca ana karaktere uygun işlenmesi de önemli bir nokta. John insanları sessizce ve teker teker suikast ettiği sahnelerde arkada sakin tonlu, karamsar şarkılar çalarken, konserin ortasına silahla atladığı sahnede şarkı bir anda hızlanmaya başlıyor. Ve bu tarz detaylar filmi görsel ve işitsel açıdan süslendirirken, filmin temasına da uyuveriyor.
Karakterin Motivasyonu
Peki, bu adamın amacı, motivasyonu nedir ya? Bu adam niçin eline silahı alıp tüm şehri alt üst etmeye başlıyor hatta New York’ta insan kalmayınca çözümü dünyanın öbür ucunda aramaya başlıyor? Sonuçta yüzlerce insanı bir köpek için türlü türlü yollarda öldüren bir adamı izliyoruz. “Ne yani olay yalnızca bir köpekten ibaret mi?” Birçok insanın sorguladığı bir nokta ki bunun cevabı da filmin hikâyesinin zayıf kaldığı yerlerde hikâye anlatış tarzının parlamasıyla alınabiliyor. Yani olay köpekle tabii ki bağlantılı ama bunun da arkasında yatan sebepler var. John gibi birisi geçmişini arkasında bırakıp, huzurlu bir hayata yerleşince yapılabilecek en büyük hata onun düzenini bozmaktır. Kendisi zaten karısını kaybetmiş ve geriye yalnızca karısından bir köpeği kalmış. Onu öldürmekle yalnızca bir köpeği öldürmüyorsunuz, John’un mutlu ve huzurlu hayatından geri kalan son parçayı öldürüyorsunuz, onun huzurunu öldürüyorsunuz aslında.
Film içinde de söylendiği gibi şeytanı sırtından bıçaklayıp, asla dönmeyeceğine yemin ettiği hayata dönmek zorunda bırakıyorsunuz çünkü onun artık kaçabileceği huzurlu bir hayattan eser yok.
Karakterin İnsani Yapısı
John’un diğer aksiyon filmleri karakterlerden ayrıldığı bir detay ise sahip olduğu korkulu namına rağmen dokunulmaz olmaması, yani ölümlü birisi olması. Kendisinin ve içerisinde bulunduğu filmin gerçekçiliğe yakın olması. Karakter kurşungeçirmez bir deriye sahip bir süper asker olmak yerine hepimiz gibi ölümlü bir insan evladı olmasına rağmen sahip olduğu demir irade ile yoluna devam ediyor. İşte tam olarak bu sebepten ötürü John’un hedefi olan insanlar, hiçbir engelin onu durduramayacağını biliyor. Filmin sahnelerinde bunu sık sık görüyoruz. Yeri gelince John yumruklanıyor, tekmeleniyor, bıçaklanıyor, vuruluyor. Bazen kendisinden daha yetenekli dövüşçülerle de karşılaşıyor ama iradesi ile yine de kazanmayı başarıyor.
Tamamen insani olan ve zarar görebilen bir kişinin bu derecede nam salmış biri olması onu ek olarak ölümcül ve korkutucu kılıyor, tabii bir de kendisinin tam anlamıyla kaybedecek hiçbir şeyi olmaması da cabası. Ayrıca John’un gerçek bir insana yakın bir karakter olarak konmuş olması onun karakterini derinleştirdiği kadar filmi de benzeri diğer filmlerden ayıran bir nokta. Filmde dövüş sahnelerinin gerçekçi bir koreografi etrafında dönmesi, mermi sayılarının tutarlıca takip edilmesi ve araç üstündeki dövüş sahnelerinde aracın kullanımına da dikkat edilmesi gibi noktalarıyla film, diğer aksiyon filmlerinden farklı bir yere sahip olduğu gibi ana karakterin de kararlılığını güçlendiriyor.
Ortaya Çıkan Sonuç? Karakterin Silueti.
Sonuca varacak olursak, bu film iyi bir hikâyeye sahip değil fakat kendine has bir hikâye anlatımına sahip. Bu anlatım tekniği açısından karmaşık bir film de değil, olmamalı da zaten şayet ana karakterin sade ve sessiz doğası kendisini özel kılan bir nokta. Ve unutulmamalı ki bu film tamamen John Wick’in hikâyesi. Bu sebeple hikâye içerisindeki diğer karakterler John hakkında konuşup, onu bize tanıtmalarıyla kendilerini filme oturtmayı çok güzel bir şekilde başarıyorlar. Hiçbir sahnede de bu durum gözümüze batmıyor. Çünkü hikâye John’u anlatarak değil, John’un dışında kalan diğer herkesin ve yaşanan her şeyin John’u anlatmasıyla akıyor. Böylelikle, filmin dünyasındaki kurallar, yan karakterlerin rolleri, son olarak da filmin aksiyon sahnelerini süsleyen görsel ve işitsel uyumluluklar filmi türdeşleri arasından ayrı bir zemine koyduğu gibi ana karakterin de bir nevi siluetini ortaya koymuş oluyor.
Çok bilgilendirici ve detaylı bi yazı olmuş izlerken düşünmediğim bir çok şeyi düşündürdü gerçekten.
John Wick serisini hiç sevemedim nedense. Bir yapaylık hissediyorum bu seride. Sanki süper kahraman filmi izliyor gibi oluyorum ve bana aşırı fantastik geliyor. Matrix bile daha uçarı olmasına rağmen daha sevimliydi.
Çok yönlü bu yazı için teşekkür ederim.