Çok insan tanımanın hüznü içerisindeydim. Hüznümü gizleyemiyordum üstelik. Gizlemek için bir psikoloğa gittim. Odasının duvarında çiçekli motifler vardı. Bel hizasında başlayan bir masa ve masanın ucuna yerleştirilmiş, küçük bir sallantıda düşeceğine inandığım son model bir bilgisayar şimdilik orada öylece duruyordu. Sol tarafta da olası durumlar için muayene yatağı vardı. Olası durumları bildiğimden muayene yatağı dikkatimi çekmedi. Asıl, içeride biri daha vardı. Doktorun arkadaşı sandım ama arkadaşı mesai saatleri içinde, özellikle benim geldiğim bir saatte ve böyle de bir sorunum varken burada olmamalıydı. Doktorla- psikolog demeliydim belki de, çünkü doktor denince tıp doktoru anlaşılıyor ilkin- hala konuşuyorlardı. Farkıma varılınca, hoş geldim.
Hoş bulmadım. Psikolog direkt sordu: “Stajyerim kalabilir mi?”. Sorunun aniliği ve anlamı kalbimi ürpertti. Ama düşündüğüm ilk şey stajyerin stajyer olduğundan doktorun- ya da psikoloğun henüz kendisine ne diyeceğimi bilmiyorum- arkadaşı olamaması oldu. Çıktım odadan. Kapıya arkamı yaslayıp, kolunu tuttum. Tavana baktım. Görünürde lamba yoktu ama ışık vardı. Ürktüm. Sıra bekleyen bir abla: “Geçebilir miyiz biz?” dedi. Sıkı sıkıya tuttuğum kapı kolunu bıraktım. Sonra koştum. Arkamdan gelen olmadı. Çok insan tanıma problemimi ya da sorunsalımı ya da çıkmazımı; insanlar çözemediği, yakasından atamadığı şeyler için ne diyorsa onu, böyle çözemezdim. Böyle çözülecek bir şey değildi. Benim için birtakım sorunlar, başkaları için gündelik meselelerdi.
Bunu kabullendiğim gün arsızlaştım. Yaşamak arsızlaştı. Hayat başkalaştı ve elimde büyümeye başladı.
Elimde büyüttüğüm iki haftalık hayatı, Yasemin’e verdim. Psikoloğa gittikten iki hafta sonra iş görüşmesine gittim. Yasemin mühendis olmuştu. Onu tanımıyordum ama mühendisti demek hayat görüşüme tersti. Yasemin, hayatın tüm zorluklarına katlanmış, önce büyümeyi ve sonra da sırasıyla harfleri, sayıları, bir şeyleri birbirinden ayırmayı ve insanları tanımayı öğrenmişti. Karşısında ben vardım. Karşımda olunmak, karşımda kendimi görmek bana nasıl hissettirirdi bilmiyorum. Yasemin gülüyordu. Bu, bana özeldi sanki. Çünkü gözleri de gülüyordu. Gülen gözlerini, gözlüğümün camına yapıştırdığımda Yasemin bana özel göründü. Uzun uzun bakışmaya giden son bakışından sonra, beklemediğim bir anda sordu: “Bize kendinizi tanıtır mısınız?”. Sorunun aniliği- her ne kadar ani olduğu düşünülmese de- ve anlamı kalbimi ürpertti. Gözlerim karardı, dünya dönüşünü yavaşlattı, zaman yavaş yavaş aktı ve aktı ve aktı. Daha acımı yaşayamadan, Yasemin sorusunu tekrarladı. Dondum ya da eridim. Bilmiyorum. Ayaklarıma dolanan, onları bir buket gibi birbirine bağlayan şey, beni olduğum yere yığdı.
Yığılıp kaldığım yerden ayağa tek başıma kalktım. Kalkıp ev yoluna yürüdüm. Hayatımı verdiğim kızdan şu an tiksiniyordum. Şu an hayatımın kirlendiğini düşünüyordum.
Eve gitsem de temizleyemezdim. Temizlemek için cami avlusuna gittim. Şadırvanda, yaşadığım son iki hadiseyi iyice düşündüm. Bir yandan da elimdeki hayatı çitiliyordum. Bir psikoloğun her şeyden önce dertlere çözüm bulması gerektiğini düşünüyordum. Gerçi düşünmüyordum ama kimden dinledimse psikolog seni dinler, seni anlar ve seni iyileştirirdi. Ben hasta olduğumu kabullenmeme rağmen psikolog, beni dinlememiş, beni anlamamış ve beni iyileştirememişti. Bütün psikologları tek kalemde silecek kadar dolmuştum ki psikolog olacak biri de oradaydı. Görmüştü beni. Rezil olmuştum kıza da. Gerçi o Yasemin değildi. Ona elimde büyüttüğüm hayatı vermemiştim ama rezil olmuştum. Bir daha karşılaşacak olursak yüzümü saklamanın elli yolundan birini arayacaktım. Bir daha karşılaşmamak için geceleri dua edecektim. Bir daha karşılaşmamak için yüzümü değiştirmeyi deneyecektim.. Yüzüm.. Musluğun üstünde kocaca duran ama fark etmediğim ayna birden, sanki az önce konulmuş gibi büyüdü gözümde. Gözüme girdi.
Bana yüzümü gösterdi. Aynada yüzümü gördüm. Yasemin de bunu görmüştü. Yasemin’in güldüğü, gülerken gözlerinin de güldüğü yüz, buydu.
Uzun bir sessizlik oluşmuştu. Sadece akan suyun hayatıma çarpan sesi geliyordu. Akan su, hayatımı delip geçerken ben ayna karşısında yüzümün hatlarında hayatımı arıyor ve muhtelif çiziklerinden yakaladığım anılarımı canlandırıyordum. Zamanı o karede durdurmak bir film yönetmeninin işiydi. Ben, durduramadığım yerden tonlarca kez resmini çektim, aynı karenin. Telefonumdan. Galerime kaydettim. Aynada bakamadığım yüzüme telefonda baktım, yakınlaştırdım. Kırışıklıklarım gözümde büyüdü ve büyüdü. Yaşlandım. Elimi yavaş hareket ettirmeye, karnımı içe doğru çekmeye ve belimi bükmeye başladım. Yavaş yavaş. Aynı yavaşlıkta yağmur başlamıştı dışarıda. İçeriye sesi geliyordu. İyice sakinliğe kaptırmıştım kendimi. Uyuyabilirim gibi hissettim. Uykuya yeltenmeden önce son kez aynaya baktım, belli ki rüya görürsem çeşitli yüzler görecektim. Kendi yüzümü belleğime almak istedim bu yüzden. Belleğim, telefonumun belleğinden iyi değildi ama.. rüyayı.. ben.. görüyordum.. telefonum değil…
Çok absürt bir cümle kurduğumu bildiğimden ya da beni duyan insanların ağız bükmelerini görebildiğimden çok saçma bir cümle kurdum hissiyatına kapılıp cümleyi zor bitirdim ve cümlemden iğrendim. Yine de böyle dememeliydim. İnsanların yüzünü güldürecek ve onların hoşuna gidecek şeyler yapmalıydım. Espri anlayışım ya da mizah anlayışım-bu ikisinin de aynı şey olduğunu söyleyenler var- sıfırdı. İnsanları güldüremiyordum. Onlara karamsarlık aşılıyordum.
Karamsarlık aşılıyordum çünkü ben yaşını almış bir amcaydım -içimde amca olduğumu direten biri belirdi, büyüttüm onu-. Yaşını almış bir amca-yavaş yavaş özellik kazandı- cami avlusunda tek başına oturuyor ve bir şeyler düşlüyorsa, yanına gelen insana ne anlatabilir? Karamsar olmaz da ne olur? Ne der ve ne diyebilir; yok, insanlara anlam veremiyorum, zaten çok aptallar-giderek hırçınlaştı-. Abdal olmak için çok gençler. Abdal olabilmek için çok cahiller. Kendilerini yetiştirecek donelerden çok gerideler. Donenin farklı bir anlamı olabilir. Ama tam şu an burada kullanmak gerekiyordu. Her neyse, insanlık kendine gelebilmek için kendinden geçmenin gerektiğini savunan cahilleri dinledikçe cahilliğini dörde beşe katlıyor. Kendine gelmek bilinçle olur. Bilinç de uyuşuk kafada olmaz. Dinç bir beden ve zehir gibi bir kafayla olur.
Tabi, böyle olur. Evet…
Karşıdan biri geliyorsa susarsın. Ama mekân çok önemli. Caddede yürüyorken karşıdan biri geliyorsa susmayabilirsin. Kahvede oturuyorken karşıdan biri geliyorsa da susmayabilirsin. Ama şadırvanda oturuyor ve namaza çok az kalmışsa, karşıdan da biri geliyorsa susarsın. Sustum. İçeriye girdi. Selam verdi. Aldım, geri verdim. Şöyle gerçekleşti:
-Selamunaleyküm.
-Aleykümselam.
Yanımdan dört tabure ötesine gitti ve abdest almak için suyu açtı. Gözlüğünü, çoraplarını, bilekliğini, yüzüğünü, saatini çıkardı. Gruplar halinde ikisini sağına, ikisini soluna koydu. Kuşkulandı. Aynı anda kontrol edemeyeceğini düşündüğünden, çoraplarını sol taraftan alıp ayakkabısının içine koydu. Yerleri karışmıştı. Sol ayağından çıkan çorabı sağ ayakkabısına koymuştu. Fark etmedi. Söylemedim. Yüzüğünü ve bilekliğini gömleğinin sol cebine koydu. Saatini de sağ cebine koydu. İyi yapmıştı. Saati tek bırakması akıllıcaydı. Camı çizilebilirdi sonuçta. Artık abdest alabilmek için hazırdı. Su, bu zaman boyunca akmış ve bir kısmı da benim önümden geçmişti. Abdestini almıştı. Alırken aklıma peygamberimizin torunları
Hasan ve Hüseyin gelmişti. Adama, Hasan ve Hüseyin isminden birini seçip fiziki özelliklerine uydurmuştum. Bu adamda Hasan tipi vardı. Hasan olacak adam!
İnşallah huyu da düzgündür. Bilmiyorum, bir hatasına rast gelmemiştim henüz. Çorabı karıştırması büyük sorun değildi. Ben de karıştırıyorum arada. Hatta bence herkes karıştırıyor. Dikkat etmeyen herkes. Ki buna dikkat edilmeli mi, tartışılır. (Bir amca gibi düşünmeliyim) Evet. Dikkat etmeli! Düzen önemli. Burada dikkat etmezse nerede dikkat edecek. Düzene önem vermeyen adamdan hiçbir şey olmaz! (Bir amca gibi düşünemiyorum) Tartışmam tek taraflı olacağından çok kurcalamadım. Bir amca olmadığımı da zaten bana bakıp gülerek-yok, tebessüm bu- söyledi. Tebessüm etti sadece ve ben anladım. Ama ne yalan söyleyeyim- cidden ne yalan söyleyeyim- kendimi kaptırdığım yaşlı amca modelinden böyle çıkacağımı düşünmezdim. Oysa yağmurun başlaması dizlerimde bile bir his oluşturmuştu…
Ezan okundu. Namazı üç kişi cemaatle kıldık. Bu sefer kaçmadım. İmamı tanıyordum. Haliyle aslında sadece bir farklı insanla tanışacaktım ki bunun da ziyanı yoktu. İmama namaz sonrası soru sordum. Ani olmaması için beni görmesini ve selam vermesini bekledim. Verince de hemen sormadım. Biraz bekledim, bir şey sormak için beklediğimi hissettirdim. Evet, dinliyorum dediğinde sordum. Yine tabi iki saniye bekleyip sordum.
Üç kişi ile-hatta iki kişiyle bile- cemaat oluyormuş. Şafilerde ise durum biraz farklıymış. İmamın şafiler derken bir mezhepten bahsettiğini “…ama bizim mezhebimizde böyle bir şey yok…” cümlesinden anladım. Yoksa başka bir şey sanmıştım: “Bir tür insanlık hali, bir tür biyolojik rahatsızlık.” Gerçi ismi İngilizceyi andırmıyordu ama Hintli bilim insanlarından şüphelendim. Onlar bulmuş olabilirdi. Gerçi onlar bulsaydı ben ve imam bunu konuşuyor olur muyduk? Bence, onlar bunu bulmuş olsalardı şu an mı bulduklarını ya da aslında daha önceden bulduklarını, hatta konuyla ilgili çeşitli kitaplar basıldığını bunlardan birinde de bizim imamın imzasının olduğunu tartışırdık. Hatta meseleyi biraz daha zorlaştırıp aslında karanlık çağın görmediği aydınlık kısmının bulduğunu söylerdik. Orta çağ eserlerinden birkaçını okumuştum. Bu alanda tartışmamızı bilimsel göstergelerle süsleyebilirdim. Ancak tartışmamız bu boyuta taşınmadı. İmam caminin yanındaki evine, diğer adam- benim Hasan dediğim- arabasına gitti.
Ben sap gibi kaldım.
Sap gibi kalınca eve de gidemedim. Eve gidebildiğim zamanları düşündüm, o zamanlar bir sap olmadığımı… Aslında bana hep bir baltaya sap olmam söylenmişti. Bir baltaya sap olmak için de çok dayak yemiştim. Beni döven adamlar, bir yandan çok dayak yememin iyi bir şey olduğunu söylerlerken bir yandan da bir baltaya sap olmayı istemediğim zamanlar arsızlaşıp gayemi unutmamdan korktular. Bu korkunun dünyanın en kötü korkusu ve dünyada ulaşılabilecek en pislik yer olduğunu söylediler. Öyle olmamak için, bu duruma düşmemek için hep birilerini dinledim. Hep birilerini dinledim. Hep birilerini dinledim. Hiç konuşmadım. Ağzım vardı. Ağzım vardı ve hiç konuşmadım. Dilimin konuşma yetisi vardı ve hiç konuşmadım.
Korktum. Ben korkunca korkanlar da, benden çok korktu. Birçok el gördüm. Birçoğunu da göremedim. Görebildiğim eller, benden korkan ellerdi. Beni eşek sudan gelinceye kadar dövenler benim gördüğüm ellerdi. Ama beni insanlar dövmedi. İnsanları yoktan yere suçlamanın bir mantığı yoktu. Bana böyle dendi. Bunu ezberlemem söylendi. İnsanlar iyi dendi. İnsanlar aslında iyiydi, ben insanların iyiliğini göremediğim için ellerin kötülüğü beni buluyordu. Ben insanların iyiliğini göremediğim için numaralı gözlük takıyordum. Bir gün insanların iyiliğini görür gibi oldum. Sonra gözümü kapatıp yoluma devam ettim. İyilik göründükçe batan bir şeydi. Görünen iyilikler, görünmesi için yapılan iyilikler çok saçmaydı. Çok gericeydi. Ben alışmadım. Alışmayınca da yaşamayı beceremedim.
Yine de olduğu yerde duran biri değilim. Hareketi düşünüldüğünden daha çok severim. Ama yavaşlığın o ağır yavaşlığın içime işlediği öyle güzel bir hazzı var ki, hareketi bana unutturuyor.
Oturduğu yerden ömür billah kalkmayan bir adamı, hareket ve spordan lastik vücuda dönmüş bir adama yeğlerim, dedirtiyor. Ama gerçekten insan dediğin biraz sert olacak. Yaşamanın anlamı sert olmayana gözükmüyor. Sırtın hafif eğik olacak. Boynun da 45 derece eğik olacak. Ağzında bir dal sigara, gözünde- aslında mırın kırın ettiğin ama olması lazım olan- numaralı gözlük, kafanda ince bir bere, ayağında eskimiş spora çalan ama spor olmayan bir ayakkabı-spor olsa da o amaçla kullanılmayan bir ayakkabı- olacak. Ve bu tür insanların vazgeçilmez mekânı bir kahvehane olacak. Ki o da kahvehane olarak anılmayacak kahve denilecek. O da evrile evrile “gahve” olacak. Hayatın anlamı biraz bu döngünün kaçınılmaz gürültüsüne kapılıp yaşamayı unutmaktır. Hayatın anlamı derecesinde cümleler kurup bilim insanlarının yanlışlarını bu tipte ve bu durumdayken eleştirebilmektir. Hayatın başka bir anlamı da yoktur zaten. Hayat budur ve böyle yaşamayan da yaşamıyordur. Ben de yaşamıyorum zaten.
Yine de tüm olanların arasında hayatın iyi gittiğine dair birtakım söylentiler var. Günlük raflarında sıkılan gazeteler ve bir evde kendine asla yer bulamamış televizyonlar iyi giden bir şeylerin olduğunu söylüyorlar. Ya gazetenin orta yapraklarının sol alt köşesine sıkışan yardım haberi, ya da ajansa çıkabilmeyi başarmış fidan dikimi. Genelde iyiliklerin hepsi aynı özden gelir. Hatta iyiliği tanırız. Kendini belli eder. Kötülüğüyse biliriz. Sorun ya da hayat, mücadele ya da kaçış burada başlar.
Kötü içimizdedir. Bizden biri gibidir ama tıpkı bizim gibidir. İçimizi kemirir durur. Bin bir türlü yöntemle içimize işlenmiş durur. Yer ve zaman ayırt etmeden kişi ya da kişilik seçmeden “insan olsun yeter.” mottosuyla herkese bulaşma riskindedir. Bulaşan kötülükler yine iyiliğin yayıldığı mecradan kendine yol bulur. İçimi kanatan mevzulardan biri de budur. Kahvede Cemil abiye bunu söylediğimde çok düşünüyorsun oğlum, boş ver bu işleri dedi. Cemil abi hiç düşünmemişti hayatında. Dört kere evlenmiş dört kere boşanmıştı. Dördüncü evliliği on altı saat sürmüştü. Hiç çocuğu yoktu. Dert almak istememişti başına.
Evlilik de geleneğimizde ya da genlerimizde olmasa- genlerimizde olma mevzusu biraz daha farklı ama burada demeyeceğim- hiç yanaşmazdı. İş olsun diye evleniyordu.
Abisi avukattı. Boşanma işlerinde o yardımcı oluyordu. Cemil abinin kayınçosu Kıyı gazetesinde çalışıyordu. Günlük raflarında sıkılan gazetelerden biri de Kıyıydı. Derdimi Cemil abinin kayınçosuna söyleyemezdim. Onu tanımıyordum, onu zaten kimse tanımıyordu. Hakkında birtakım söylentiler dolaşıyordu. Uzun boylu ve sarı saçlı olduğuna dair.-uzun boylu ve sarı saçlı birine derdimi anlatamazdım.-Biri aslında o kadar uzun olmadığını, orta boylu ve siyah saçlı olduğunu; sarı saçlı olduğunu savunana da boyattığı zamana denk gelmişsin normalde siyah, diyordu. Başka biri, fiziki özelliklerini bilmem ama iyi adamdır, diyordu.-aynı gazetede köşe yazarıydı- Cemil abiye sormadık. O zaten, ne işiniz var oğlum, bilseniz ne olacak, ne elde edeceksiniz, bırakın bu işleri.
Gelin bir okey oynayalım diyordu. Cemil abinin düşünmediğini biliyordum ama beyninin içini merak ediyordum. Beyninin içindeki sinapslar ne işle uğraşıyordu, beyin içine dallanan damarlar hangi kanalda seyrediyordu? Bu adam, Cemil abi nasıl oluyor da düşünmeyebiliyordu? Bunu nasıl başarabiliyordu? Benim düşünmekten delirdiğim, elimde büyüyen hayatımı tek kalemde silebildiğim bir zeminde Cemil abi, nasıl yaşayabiliyordu?.. Kendimi yeterince sıktıktan sonra cevabını bulamadığım yerden okeye dördüncü olarak girdim. Çok iyi bir oyuncu değildim. Hatta daha önce hiç okey de oynamamıştım. Şaşırılmayacak bir zamanda -çok olmadan- Cemil abinin dördüncü eşi gibi en erken ben ayrıldım masadan. Ayrıldım ve uzaktan onları izledim.
Günün sonundaysa çok insan tanımamın hüznü beni asfalta yapıştırmıştı.
Elimde de az önce üstümden geçen arabanın kirlettiği iki haftalık hayatım duruyordu. Gece boyunca iliklerim birer birer çözüldü ve üşümem gittikçe arttı. Sabaha doğru da Kıyı gazetesinden bir grup insan gazetelerinin orta sayfalarının sol alt köşesini doldurmak için muhtelif açılardan resmimi çekti.
Okurken durup durup düşündüm, üzüldüm, güldüm -ki aslında tebessümdü bu- kendimi bulduğum yerler de oldu ve ne kadar da güzel oldu. Kalemine sağlık…
Muhatabını bulmuş. :)) Çok teşekkür ederim😇