“Bulutların en tepesinde veya bir dağ yamacında süzülürken aniden toprağın ayağınızın altından kaymasıyla suratınızı sert zemine çarptınız mı ya da metrelerce yüksek bir köprüden soğuk ve ağzını bir canavar gibi açmış avını bekleyen sulara atılmak geldi mi içinizden? Benim geldi hem de defalarca. Her Allah’ın günü uyandığımda aklıma hayattan önce ölüm geliyordu. Soluk, gri bir günde ardıma bile bakmadan bu dünyadan bir hayalet gibi sessizce geçip gitmeyi istiyordum. Ölümün soğuk nefesiyle avuç içlerimi ısıtmak belki biraz olsun umudun varlığına inanmak istiyordum. Gelmek, geçmek ve gitmek… Üç eylemi gerçekleştirmek bu kadar kolay mıydı? Ben dünyaya gelmiş, geçmekte olan ama gitmeyi bir türlü beceremeyen ve bu dünyaya hangi amaçla geldiğimi bilmeyen kuru bir ottan farksızdım. Bir rüzgar sırtımdaki kemikleri teker teker yerinden sökse inanın sesim çıkmazdı. Kara toprak bütün iskeletimi bertaraf etse gıkımı çıkarırsam namerttim. Ben bu dünyaya gitmek için gelemeyen, kendi içine sığmayan bir çuval gibi hissizdim, yersizdim, yurtsuzdum.”
Uçak sola doğru hafifçe kıvrılırken Cevdet koyu sarı renkli günlüğünün kapağını kapatıp usulca dizlerinin dibinde duran çantasına yerleştirdi. Buğulu camın ardından İstanbul semaları görünmeye başlamıştı. Tarihi yapıların arasında dolanan kar taneleri hepimize sessiz olmamızı fısıldıyordu çünkü tarihin konuşacak cümleleri, bitmeyen sızıları vardı. Karların çığlığında bir bedbinlik. Havada asılı kalan bir kasvet. Beyaz bir ölüm yumağı gibi tırnaklarını çıkarmış semanın arasında dolanan… Cevdet çantasının fermuarını iyice kapatıp dizlerinin dibine koydu.
Yanında göbeği her an patlamaya hazır gibi duran bir adam uçağın ağır sessizliğinin aksine fosur fosur horluyordu. Cevdet birkaç defa adamı koluyla dürtüklemesine rağmen adamın umrunda bile değildi. Neyse ki birazdan inişe geçeceklerdi. Lüksemburg’da bindiğinde koca göbekli ve pala bıyıklı adam bir horlamaya başlamış üç buçuk saattir susmak bilmemişti. Cevdet boynundaki kravatı biraz daha gevşetti. Lavaboya gitmek istiyordu ama yanında o adam varken bu imkansızdı. Camdan dışarı umarsız bir halde bakınırken gökdelenler bir kalem ucu gibi bulutların arasından sıra sıra yükselmekteydi. Dalıp gitmişken birden hostesin sesiyle irkildi.
–Beyefendi inişe geçiyoruz. Lütfen kemerinizi bağlayın.
Cevdet olur anlamında hızlıca başını salladı. Pilot yeni havalimanına doğru uçağı inişe geçirmişti. Toprağa her yaklaştıkları anda Cevdet’in içinde başka bir his peyda oluyordu. Nasırlı elleri olan bir gemicinin attığı düğüm kadar karışıktı zihni. Son bir ayda başına gelenler düğümü biraz daha çözülemez hale getiriyordu. Evde yapılan kavgalar, havada uçuşan tabaklar, çarpılan kapılar, batan bir şirket, beş yıllık bir eşin son veda mektubu ve perde. Kare kare önünden akan her sahnede boğazına çürümüş bir el daha yapışıyordu. Yuvasının yıkılması ve şirketin batmasının üzerine Lüksemburg’da kalmasının bir faydası yoktu. Son zamanlarda ruh hali iyice kötüleşmişti. Dünyadan, evrenden ve insanlardan tiksinir hale gelmişti. En sonunda terapi almaya başlamıştı. Son seanslarında terapistinin önerisiyle hayatta kalan tek ailesi olan teyzesinin yanına gelmeye karar verdi. Bankasında biraz parası, küçük bir valizi ve elinde sarı renkli günlüğünden başka bir şey kalmamıştı. Peşindeki hüzünler, ayrılıklar ve hayal kırıklıkları hariç…
İstanbul’ a gelmeyeli neredeyse bir sene olmuştu. En son geldiğinde işinde başarılıydı ve mutlu bir yuvası vardı. Meğer zaman denen kasırga hayatından kısa sürede neleri süpürüp götürmüştü. Koltuğuna yaslanarak derin bir nefes aldı. Sonra derin bir nefes daha. Son iki haftadır nefes darlığı geçiriyor, sanki boğulacağını sanıyordu. Terapisti bunun tamamen psikolojik kaynaklı olduğunu belirtmiş böyle durumlarda derin nefes alıp ona kadar saymasını istemişti. Cevdet kravatını daha da gevşetti ve içinden ona kadar saymaya başladı. Bir.. her şey geçecek, iki… sakin ol, üç.. tamam her şey yolunda…. ve böyle ona kadar devam etti. Uçak o sırada piste inmişti. Tekerleklerin zeminde bıraktığı sarsıntıda Cevdet kapalı duran gözlerini araladı. Uçak yavaşladı ve Cevdet’in nabzı ve nefesi normale dönmeye başladı.
İnsanlar, bir nehir yatağı gibi akıp giden, sürü sürü insanlar. Kanın damarda yoğunlaşması gibi gittikçe kabaran, artan, çoğalan insan yığınları. Kimileri aceleyle anons edilen tarafa doğru seğirtiyor kimilerinin gözünde puslu bir iklim açılıp kapanan kapıda sevdiklerini bekliyorlardı. Cevdet ağır aksak adımlarla adeta ummana kapılıp sürüklenen bir tüy gibi insanların arasına kendini bıraktı. Kimileri tarafından itiliyor kimiler tarafından omzuna çarpılıp geçiliyordu ama onun umrunda bile değildi. Uçaktan inip havalimanının içine girerken soğuk Ocak rüzgarı yağan karla birlikte yüzünü yalayıp geçmiş, vücudunda bir titreme peyda olmuştu. İstanbul’da ilk defa bu yeni havalimanına iniyordu. Kocaman bir fezanın içinde nokta kadar küçük hissediyordu. İnsan sürüsünün peşine takıldı. Valizlerin geldiği platforma yaklaştı ve ellerini çenesine dayadı. Sırt çantası omzundan kayıp yere değmek üzereydi. Valizleri bekleyene kadar çantasından sarı renkli günlüğünü çıkarıp birkaç cümle karalamaya başladı. Bu günlük tutma işini çok sevmişti. Bir aydır düzenli olarak aklından geçen düşünceleri sayfalara kusuyordu. Terapisti ne hissediyorsa kinini, umudunu, öfkesini sayfalara dökmesini istemişti. Cevdet siyah kalemiyle cümlelerini sürümeye başladı beyaz zemin üzerinde.
“Bazen bu hayatı filmdeki herhangi bir figüran mı oynuyor yoksa bana biçilen rolü mü yerine getiriyorum emin değilim. Kimi zaman insanları bağrıma basacak ve saçlarını okşayacak kadar çok seviyorum kimi zaman midemdeki öğürtünün sebebi insanlar oluyor. Anlam veremiyorum kendime, yaşananlara. Geçecek diyorum. Çünkü her yaraya uygun bir yara bandı mutlaka bulunur.
Bandın gürültülü bir şekilde hareket etmesiyle Cevdet oturduğu zeminde doğruldu ve defterini hızlıca çantasına geri soktu. Valizler, çantalar, koliler sıra sıra geliyordu. İnsanlar bandın çevresinde avına yaklaşan kuş sürüleri gibi bekleşip duruyorlardı. On beş dakika bekledikten sonra Cevdet’in kahverengi deri valizi gözüktü. Cevdet derin bir nefes aldı çünkü beklemekten artık sıkılmıştı. Dün gece de hiç uyuyamamıştı ve eve gidip bir an önce kafasını yumuşak bir yere koymak istiyordu. Valizini kaptığı gibi çıkışı bularak bir taksiye atladı. Kar hızını iyice arttırmıştı. Taksici hemen valizi bagaja koyup direksiyona geçti ve soran gözlerle dikiz aynasından Cevdet’e baktı. Cevdet hemen cevap verdi.
‘Sıraselviler Mah. No:19 Kuzguncuk’
Taksici taksimetreyi açıp başını salladı. Yaklaşık bir saatlik yolları vardı. Cevdet bir saatlik yolculuk boyunca beyazlarını örtmüş kadim şehri izlemeye başladı. Küçükken (anne ve babası trafik kazasında ölmeden önce) Kuzguncuk’ta hemen teyzesinin oturduğu evin bir arka sokağında yaşarlardı. 80’li yıllarda nasıl da mutlu ve tasasızdı. Eski İstanbul’un ara sokaklarında elinde topu uçarı bir şekilde oradan oraya koşar dururdu. On yedi yaşına kadar anne ve babası hayattaydı. Sonra onları kaybedince tek sığınağı arka mahallesinde oturan teyzesi olmuştu.
Hayattaki yegane limanı. Nurten teyzesi ve Bülent eniştesi onun manevi anne ve babası gibiydiler. İlk başlarda bir enkazın altında kalmış gibi hissediyordu Cevdet kendini. Bir yıl sınıfta kalmış sonra da karşı yakaya yatılı bir okulu kazanmıştı. Haftasonları Kuzguncuk’a gelip teyzesi ve eniştesiyle geçireceği zamanlar için gün sayardı. Yıllar ne zalimdi. Yirmi iki yıl önce anne ve babasını elinden alan ecel beş sene önce Bülent eniştesini alıp götürmüştü. Tek ailesi Nurten teyzesi kalmıştı elinde. Bir de boşanma arifesinde olduğu eşi Kader. Üniversite yıllarında tanışıp evlenmişler sonra da Lüksemburg’a taşınmışlardı. Şimdi ise ailesinin bir kökünü bırakıp gelmişti.
Dışarıda akıp giden manzaraya bakarken kapalı olan telefonu aklına geldi. Bir ümitle telefonu açtı. Belki Kader’den bir arama veya mesaj gelmiş mi diye baktı ama hiçbir şey yoktu. Sadece avukatın göndermiş olduğu tebligat orada öylece boynunu bükmüş Cevdet’e bakıyordu. Derin bir nefes aldı, aynı doktorunun söylediği gibi. Geçecek. Yaklaşık yarım saatlik daha yolculuk yaptıktan sonra taksi Sıraselviler Mahallesi’ne girdi. Çocukluğunun, ergenliğinin, ilk aşkının ve ilk ayrılığının kısacası tüm güzel günlerin kaldırım taşından ona usulca el sallayan geçmişi işte oradaydı. Taksiciye uygun bir yerde durabileceğini söyledi. Teyzesi yolda bir kere aramış nerede kaldığını sormuştu. İki katlı, cumbalı, yokuştaki evin önünde taksi durunca kapı hemen açıldı. Teyzesi daha taksinin kapısı açılmadan ayağında terliklerle dışarıya fırlamıştı bile. Cevdet hemen taksiden inip teyzesine sarıldı.
-Nurten Sultan.
Teyzesi kısa boylu, altmış iki yaşında ve Cevdet gibi ela gözlere sahipti. Boyu kısacıktı. Cevdet’in beline geliyordu. Çok tatlı, hoş sohbet, merhametli bir banka emeklisiydi. Kendi halinde yaşayıp giderdi Nurten Sultan. İki tane kedisi hayattaki tek varlığıydı. Karamel ve Çiçekli. Sabah erkenden kalkar, ocağa çayını koyar sonra da bir güzel kahvaltısını ederdi. Rahmetli eşi Bülent Bey asker olduğu için erken saatte kalkmayı huy edinmişti. Birlikte kahvaltı ederler sonra Bülent Bey’i işe uğurladıktan sonra üst kattaki balkonuna çıkar, çiçeklerinin arasında oturup keyif kahvesi içerdi. Çocuğu olmamıştı Nurten Hanım’la Bülent Bey’in. Çok istemişlerdi ama Allah vermemişti bir evlat. Nurten de kardeşinin yadigarı Cevdet’i ve iki kedisini evlat diye bağrına basmıştı. Bülent Bey terk-i diyar ettikten sonra tek sığınağı Cevdet olmuştu. Her gün konuştuklarında Türkiye’ye dönmesi için dil dökerdi. En sonunda duaları kabul olmuştu.
Cevdet teyzesine sıkıca sarıldı. Bir senenin hasretini sökün eder gibi iyice bastırdı teyzesini bağrına. Yer yer beyazlamış saçlarına gömdü başını. Anne kokuyordu işte. Birlikte valizi indirip içeri girdiler.
Cevdet kapıdan içeri girince burnuna naif bir ıhlamur kokusu doldu. Çocukluğunun kokusu. 17 yaşında hem öksüz hem yetim kalınca bir sene boyunca okula gitmeyi reddetmiş, her şeye , bütün dünyaya kendini kapamıştı. Çok iyi hatırlıyordu. 99 senesinin aralık ayındaydılar. Anne ve babası terk-i diyar edeli üç ay olmuştu. Cevdet teyzesinin evinde üç aydan beri üst katta kendisi için dayalı döşeli hale getirilmiş çatı katında yatağının üzerine oturmuş dışarıda usulca yağan karı izliyordu. Aynı bugün olduğu gibi. Teyzesi yine ıhlamur yapmış , içine de biraz limon sıkıp biricik yeğenine çeyizlik takımından özenle çıkardığı fincanında ikram0 etmişti. Cevdet bir ıhlamura bir teyzesine bakmış, yaşına başına bakmadan gözyaşları iplik iplik yanaklarından süzülüvermişti. Daha küçükken annesi Güzide Hanım da oğluna hep ıhlamur demlerdi. İşte üstünden 22 yıl geçmesine rağmen her şey yerli yerinde duruyordu. Kapıdan girince sağ tarafta insanı karşılayan ceviz portmanto (üstünde hala Bülent eniştesinin montu asılıydı. ), yanında kurutulmuş Nurten Hanım’ın gelin çiçeği, hemen yanında Afrikalı bir kadın biblosu senelere meydan okuyordu. Nurten Hanım’ın evi üç katlıydı. Girişte salon ve yanında mutfak bir de misafir tuvaleti vardı. İkinci katta Nurten Hanım’la Bülent Bey’in aşk yuvası olan yatak odaları onun yanında çocuk odası ve üst katta da çatı katı vardı. Nurten Hanım, Cevdet eve yerleştikten sonra onun için dönemin en nadide mobilyalarını alıp çatı katını tekrardan yaratmıştı. Cevdet aynı mahzunlukla yirmi iki yıl önce olduğu gibi anne hasreti burnunu yaka yaka içeri adımını attı. Montunu çıkarıp üstündeki karları silkeleyip çizilmiş aynada kendi aksine baktı. Tam arkasında da Nurten Hanım nemli gözlerle onu izliyordu. Ablasının tek emaneti. Güzide Hanım’ın biricik meyvesiydi o. Cevdet arkasını döndü ve Nurten Hanım’a yeniden sarıldı. Ihlamurla birlikte anne kokusunu içine çekti. Nurten Hanım boynundaki ipek şalla gözlerini kuruladı ve Cevdet’in sırtına vurdu.
-A deli oğlan, bak bunamış kadını da bu yaşta çocuklar gibi ağlattın. Hiç yakıştı mı?
Cevdet de gözlerini ceketine sildi ve gülümsedi.
-Aşk olsun Nurten Sultan sen yirmilik kızlara taş çıkarırsın. Ne bunaması?
Birlikte teyze-yeğen mutfağa geçtiler. Çaydanlıkta ıhlamur aheste aheste demlenirken Nurten Hanım mutfak dolabını açıp iki fincan biraz da yanına yeni pişirdiği hindistancevizli kurabiyelerden çıkardı ve masaya oturdu.
-E anlat bakalım Cevdet efendi? Ne oldu Kader ile aranda?
Cevdet ceketini çıkarıp sandalyenin arkasına astı. Nemli ceketten damlayan sular Cevdet’in gözyaşları gibi parkenin üzerine şıpır şıpır damlıyordu. Geriye doğru yaslanıp ellerini birbirine bağladı.
-Nurten Sultan her şey bir ay önce başladı. Aralık ayının başındaydık. 5 Aralık Cuma günü iş çıkışı Lüksemburg’a işte böyle kar serpiştiriyordu. Ben de ilaç şirketinin batmaması için başka şirketlerle ortaklık yapmak üzere buluşuyordum. O gün işyerinden çıktım. Bizim firmaya yakın bir kafede Rus bir şirketin genel müdürü ile buluşacaktım. Saat 14.30’du. Ben kiminle karşıalcağımı daha bilmiyordum. Sadece yardımcıları aracılığı ile görüşmüştüm. Ben yerime oturdum ve hemen kendime sıcak bir kahve söyledim. Bir yandan da saatime bakıyordum. Aradan yarım saat geçti ya da geçmedi kapıdan içeri sarı saçlı, yeşil gözlü, uzun boylu bir bayan girdi ve etrafına biraz bakındıktan sonra benim masama doğru ilerlemeye başladı. Ben de haliyle şaşırdım. Yanıma gelip ‘Mr. Atahan’ deyince beklediğim kişinin bir kadın olduğunu ancak idrak ettim. Sandalyeyi çekip oturmasını söyledim. Ona da bir kahve sipariş ettim. Birlikte şirketin geleceği için konuşmaya başladık ama saatin geçtiğinin farkına bile varmamışım. Kadın beni o kadar etkisi altına almış ki konuşmalarıyla Kader ile akşam yemek yiyeceğimiz aklımdan çıkmış. Tam yerimden kalkarken kadın birden sandalyenin üzerindeki elimi tuttu. Ben daha ne olduğuna anlam veremeden dudaklarıma yapıştı. Ben onu hemen ittim ama tesadüf bu kadar olur Kader de beni merak edip hazırlanıp söylediğim kafeye gelmiş. Bizi dudak dudağa görünce hiçbir şey demeden kapıyı vurup gitti. Ben hemen arkasından koştum , sonrasında kaç defa telefonla aradım, eve geldim evde yoktu. On gün boyunca ona hiç ulaşamadım. En yakın arkadaşı İvana’yı aradım ama o da nerede olduğunu bilmiyordu. Ben de en sonunda iş yerine gittim tekrar. Yıllık izin almış. Telefonlarıma cevap vermedi, beni dinlemedi bile. İki gün önce şirket tamamen battı, benim de zaten umrumda değildi. Kader gitmişti. Evde yarı sarhoş halde sızıp kalmışken telefonla aradı ve boşanmak istediğini söyledi. Zaten biliyorsun son zamanlarda terapi almaya başlamıştım. Kader’in son kez araması ve kesin bir dilde boşanmak istediğini söylemesi bardağı taşıran son damla oldu. İnanır mısın teyze o an küçük bir çocuk olup annemin dizine başımı yaslayıp hıçkıra hıçkıra ağlamak geçti içimden. Dipteydim, tükemiştim, bitik bir haldeydim. Ben de kalkıp sana geldim teyze. Anneme geldim.
Son sözünü söyleyince kısık bir şekilde burnunu çekti ve elleriyle gözlerini kapadı. Ağlamaya başladı. İlk önce hafif başlayan hıçkırıkları yerini sarsıntılı bir ağlama krizine çevirdi. Nurten Hanım kollarını Cevdet’in koca bedenine sardı ve başını omzuna gömdü.
-Ağla benim biricik oğlum. Ağla ki zehrini dışarı akıt.
Yaklaşık yarım saat o şekilde birbirlerine sarıldılar. Cevdet artık ağlamaktan bitap düşmüş teyzesinin omzunda dışarıda yağan karı izliyordu. Nurten Hanım yerinde doğruldu.
-Hadi oğlum yatağın aynı şekilde seni bekliyor. Çık biraz dinlen. Ben seni yemeğe kaldırırım.
Cevdet sadece başını sallamakla yetindi. Kendini o kadar yorgun hissediyordu ki sanki Forrest gibi yürümüş gibiydi. Ayaklarını sürüyerek merdivenleri tırmandı ve yetişkinliğinin geçtiği odaya geçip derin bir uykuya daldı.
Çatı katına yığılan kar taneleri beyaz bir perde gibi üçgen şeklindeki camın önünü kapamıştı. Uçuyor, dönüyor ama birbirlerine çarpmadan yolu bulabiliyorlardı. Cevdet dışarıda hala yağmakta olan karı izleyerek kenara koyduğu çantasından günlüğünü çıkardı ve yazmaya başladı.
‘Bir labirentin içinde koşan ama yolu bulamayan bir zavallı gibiyim. Nereden, nasıl çıkacağımı gösteren bir ışık hüzmesi olsa pervaneye doğru uçan kelebekler gibi o ışık hüzmesinin peşinden savrulup gideceğim. Okyanusta ölmüyorum belki ama dalgalar çoktan boyumu aştı ve ben kıyı nerede onu bile hatırlamıyorum. Dünümü, bugünümü ve yarınımı. En acısı da bu. İnsan yarını hatırlayamazsa ne olur bilir misiniz? Bir boşluğun içinde o karanlığın şehvet verici siyahiliğine daha çok aldanıp daha da derinlere iner. Ta ki gözden yitip gidene kadar. Bir bıçağa veya çakıya ihityacım var. Kafamın içindeki düğümleri çözmem gerek. O beni tamamen bağlayıp kendine esir etmeden önce.”
Cevdet günlüğün kapağını kapatıp masa lambasının bulunduğu meşeden yapılma şifonyerin üzerine koydu. Masa lambasının yanında gümüş çerçeve içinde bir fotoğraf gözüne çarptı. Yıllar önce Bülent eniştesi ölmeden bir sene önce Didim’deki yazlıkta çekindikleri bir fotoğraftı. Balık lokantasında masay hepsi sırayla dizilmişlerdi. Kader, Nurten Sultan, Cevdet ve Bülent enişte… Dört kişilik dertsiz, tasasız minicik bir aile giibydiler. O zaman Cevdet ve Kader evlenme arifesindeydiler. Birbirlerinin gözlerinin içine bakarken gökyüzünde yıldız aramaya gerek yoktu. Çünkü gözlerinin içindeki ışık yeter de artardı bile. O fotoğtafın çekildiği sabah hep birlikte denize gitmişlerdi. Bülent eniştesi Nurten Hanım’a kulak asmayıp eskiden moda olan slip mayosunu giymişti de herkes gülmekten neredeyse altına işeyecekti.
Nurten Hanım en son denize giren Bülent Bey’in kafasına bir plaj terliği fırlatmakla meşguldü. O son mutlu yazları olmuştu. Sonra Bülen enişte öldükten sonra yazlığa bir kilit vurulmuş ve bir daha o iki katlı ahşap yazlığa uğrayan olmamıştı. Kahkahalar, mutluluklar da o kilidin ardında kapalı kalmıştı. Cevdet gümüş çerçeveyi eline alıp daha dikkatli baktı. Kader’in siyah, upuzun, gece gibi saçlarına ve ela gözlerine… Şimdi o gözlerde kaybedilme duygusundan başka bir şey göremiyordu. Çerçeveyi üstü kapalı bir şekilde alt tarafta bulunan çekmeceye koyduğu sırada teyzesi aşağıdan seslendi.
-Cevdet, hadi benim tosunum.
Nurten Sultan çocukluğundan beri Cevdet’e hep ‘tosunum’ diye seslendirdi. Cevdet eski günlerin buruk tebessümü içinde merdiven trabzanlarına tutunarak aşağı indi. Orta katta bulunan yemek sofrasına baktı. Aynı çocukluğunda hatırladığı gibi… Teyzesi mükemmel bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Kırmızı çiçekli örtünün üzerinde yok yoktu. Üzüm pekmezi, dut reçeli, incir marmelatı, haşlanmış yumurta, yeşillikler ve tabiki Bülent eniştesiyle en çok sevdiği şey olan soğanlı menemen. Hemen sandalyeyi çekip oturdu. Ekmeğinden kocaman bir parça kopararak menemene bandırdı. Nasıl da güzeldi. Senelerin değiştirmediği tek şeydi. Nurten Hanım da o sırada ince belli bardaklara çay koydu ve yerine oturdu. Çay bardağını eline alıp sıkıca kavradı.
-Aynı Bülent’in sevdiği gibi. ‘Kış Gecesi Kahvaltısı’ . Sonra da sobanın üzerinde kestane çizdik mi tamamdır değil mi tosunum?
Cevdet başını olur anlamında salladı ve teyzesinin pamuk gibi yumuşak elini tuttu ve karşılıklı karınlarını doyurdular. Kahvaltı sofrası toparlandıktan sonra Cevdet teyzesinin masayı toplamasına yardım etti ve üçlü koltuğa yığıldı. Teyzesi kestaneleri kuzinenin üstüne sıralarken yerinde doğruldu.
-Teyze benim sana bir şey söylemem lazım.
Nurten Hanım bıçağı sehpanın üzerine bırakıp Cevdet’e döndü.
-Buyur tosunum söyle tabi.
-Teyze ben bir aydır terapi görüyorum. Terapistim İstanbul’da da tedaviye devam etmemi söyledi. Acaba burada tanıdığın bir psikolog var mı?
Nurten Hanım düşünür gibi elini çenesine götürdü.
-Bir düşüneyim Cevdet’im. Sanırım bizim Saliha’nın kızı Süheyla psikologdu. Tabi ya öyleydi. Yaşlılık işte. Aklıma şimdi geldi. Bülent enişten (derin bir nefes aldı) hasta olduktan sonra hem onun moralini yükseltmesi hem de benim moralim için birlikte psikolog aramıştık. Saliha kızını önemişti. Süheyla alanında çok iyidir. Bülent eniştenin sağlık durumu kötüye gittiği halde yüzünde biraz tebessüm olduysa Süheyla’nın telkinleri sayesindedir evladım. Sen merak etme yarın birlikte gideriz inşallah. Ah benim yavrum.
Cevdet’e sıkıca sarıldı. Birlikte teyze- yeğen eski günleri yad ederek kestanelerini yiyip çaylarını içtiler.
Akşamın vehameti bütün yedi tepeyi kaplamıştı. Üsküdar, Emirgan, Kanlıca ve Kadıköy sisten görünmez bir haldeydi. Kardan sonra çöken sis bir gelin başı gibi koca yedi tepeli şehri etrafına almıştı. Cevdet gençliğinden kalma topuzlu yatağında bir o yana bir bu yana dönmüş, sabah ezanının okunmasıyla ancak uykuya dalmıştı. Sis fersah ferdah pervazın altına biraz daha toplandıkça içindeki kasvet de aynı hızla artıyordu sanki. Sabah 08.10’u gösterdiğinde telefonu çalmaya başladı. Daha uykuya dalalı bir saat bile olmamıştı halbuki. Okyanusun metrelerce altında kalmış gibi birden nefes nefese uyandı. Telefonun ekranına baktığında yüreği boğazında takılı kalan düğümde atmaya başladı. Arayan Kader’di.Hemen telefonu açtı. İçinde hala küçük de olsa bir umut kırıntısı kalmıştı. Son bir kırıntı. Telefonu inip kalkan göğüs kafesinden yukarı kaldırarak kulağına götürdü. Arkadan birtakım sesler geliyordu. Kalabalık ve yoğun bir kalabalığın içindeymiş gibi…
Birkaç saniye geçince Kader’in sesi geldi.
-Alo, Cevdet orada mısın?
Cevdet sanki Kader görecekmiş gibi kafasını salladı. Sonra telefona sıkıca sarılarak kısık bir sesle hasretle yanıtladı soruyu.
-Evet, buradayım Kader’im.
Kader derin bir iç çekti. Daha çok oflama gibiydi.
-Seni neden aradığımı merak ediyorsan eve geldim şimdi. Evi boşaltma kararı aldım. Nasıl olsa iki haftaya boşanıyoruz. Evin de açık kalmasına gerek yok. Senin eşyalarını da kargoya veririm. Onun için aradım. Hoşçakal.
Cevdet daha cevap vermek için ağzını aralamıştı ki telefon bir beton duvar sertliğinde suratına kapandı. O sırada Kuzguncuk’ta bir cenaze kalktı. Sisli ve karlı bir Ocak sabahında yüreğinden kalkan bir cenaze. Artık bir cesetten farksızdı.
Telefon elinde öylece yarım saat boyunca yerde kalkmış parkeye gözlerini dikip baktı ve şifonyerin üzerindeki günlüğü alıp hızlı hızlı bir şeyler karalamaya başladı.
“Dipsiz bir kuyunun ağzı artık betonla örtülmek üzere ve içeride bir adamın soluksuz kaldığından kimsenin haberi yok. Her an, her dakika boğuluyor, boğazındaki düğüme her geçen saniye koca bir düğüm daha, duvara koca bir çentik daha atılıyor ama o adamın öldüğünün kimse farkında değil.”
Cevdet kendini artık iyice köşeye sıkışmış ve çaresiz hissediyordu. Günlüğünü aynı yere geri bırakıp terliklerini umursamaz bir halde giydiği anda aşağıdan teyzesinin sesi geldi.
-Tosunum, sofra hazır.
Cevdet’in ne yiyecek hali vardı ne de iki cümle kuracak. Hissiz bir şekilde aşağı kata indi. İnerken Karamel birden ayaklarına sürtünmeye başladı. Karamel yavruyken bu eve geldiğinden beri en çok Cevdet’i severdi. Cevdet hemen Karamel’i kucağına aldı ve yumuşacık tüylerini okşamaya başladı. Masanın başına oturdu. Teyzesi de o sırada çayları koyuyordu. Birlikte güzel bir kahvaltı ettiler. Cevdet susuyor, sustukça içindeki sessiz çığlık daha da büyüyordu. En sonunda teyzesi masaya hafifçe vurdu.
-Aaa Cevdet böyle olmaz. Kendine gel. Hadi kalk gidiyoruz. Randevu saatine kadar hava alalım dışarıda.
Cevdet zaten kendine ne denilse ses çıkarmadan yerine getirecek durumdaydı şu anda. Portmantodan montunu ve şapkasını aldı. Nurten Hanım da sahte kürkünü üstüne geçirince kol kola dışarı çıktılar. Kar dünkü lapa lapa halinden çok şimdi iplik gibi ince ince yağıyordu. Ocak ayının en güzel zamanlarıydı. Yedi tepeli şehrin kartpostal gibi olduğu anlar. Cevdet’le Nurten Hanım yavaş yavaş Sütlüce Yokuşu’ndan inmeye başladılar. Deniz kıyısına gidene kadar ikisi de bir şey konuşmadı.
Susarak anlaşmayı yıllar önce öğrenmişlerdi. Sahile vardıklarında deniz kıyısında bir kafeye oturdular. Nurten Hanım sütlü bir kahve Cevdet ise sahlep söyledi. Karın eşliğinde ikisi de denize yağan kara bakarken kafalarında aynı düşünceler tüy gibi uçuşmaktaydı. Ayrılıklar, gidenler ve kalanların içinde biriken enkazlar. Cevdet geriye yaslandı ve Nurten Hanım’a döndü.
-Teyze, annemler ve eniştem öldükten sonra boğulur gibi oldun mu sen de?
Nurten Hanım boğazındaki şalı biraz gevşetti ve denize çevirdi bakışlarını.
-Ben hala boğulmaya devam ediyorum oğlum ama zamanla yüzeye çıkıp kendi başıma kulaç atmayı öğrendim sadece. O derin boşluktan bir türlü çıkamazsın. Öyle bir şeydir ki sen çırpındıkça bataklık gibi seni içine çeker. O yüzden hareket etme ve yüzeye çıkmayı bekle. Çünkü eninde sonunda gökyüzüne ulaşacaksın.
Cevdet anlamış bir halde başını salladı. Randevu saati gelmek üzereydi. Hesabı ödeyip kalktılar ve taksiye atlayıp Ümraniye’ye gittiler. Terapi merkezine vardıklarında bekleme salonuna geçtiler. Yarım saat bekledikten sonra kapı açıldı ve sekreter Cevdet ‘e geçmesi için işaret etti. Cevdet içeri girerken biraz tedirgindi ama Süheyla’yı görünce anlamlandıramadığı bir rahatlık yayıldı içine. Dışarıda kar yağıyordu ve Cevdet o kapıdan çıktıktan sonra akşam sarı kaplı günlüğüne şunları yazakcaktı.
“İçindeki kapıların kilidini çözmeden yeni bir kapıyı açmayı deneme demişti annem ben çocukken. Ne kadar da haklıymış. Ben bugün içimdeki kapıların ve kafamdaki düğümlerin tek tek çözüldüğünü hissettim o kapıdan çıkarken.”
-SON-
Roman türünü çok sevmesem de bana hikayesi ile etkilemeyi başardı. Yazı tarzınız bana Kafanın mektuplarını anımsattı. Kafka en sevdiğim yazarlardan birisi olması kaydıyla çok güzel bir hikaye idi. Yazınız için teşekkür ederim.