EdebiyatKitap

Siyah Gökkuşağı // 2. Bölüm

Cemre saatin kaç olduğunu merak ederek telefonunun ekranına baktı.

6:38

Normal bir gün olsa muhtemelen uykusunun son safhalarında olurdu. Yaklaşık yarım saat sonra okula gitmek için uyanır ve hazırlanmaya başlardı. Ama bugün okula gitmeyecekti. Hem Metehan’ı burada bırakıp okula gitmek istemiyordu. Ayrıca hiç uyumamıştı, uykusu vardı ama uyuyası yoktu. Uyuduğu herhangi bir saniye Metehan’a tekrar bir şey olurda onun haberi olmazsa diye korkuyordu.

Gözlerini hastane koridorunda gezdirdi. Metehan’ın annesi Zümra Hanım biraz ilerdeki sandalyelerden birinde uyuyordu. Cemre yanındaki hırkayla bakıştı bir an. Sonra babaannesinin bir sözü geldi aklına. “Uyuyanın üstüne kar yağarmış güzel kızım.”  Cemre bu tür söylemlere pek inanmazdı ama yine de oturduğu yerden kalktı ve hırkayla Zümra Hanım’ın üstünü örttü.

Kadıncağız ne kadar da masum uyuyordu öyle… Annesi geldi aklına. O an Cemre’nin içindeki düşünceler ses buldu. Aklına bir anısı gelmişti.

Anne… Beni bu kocaman dünyada bırakıp gittin. Küçücük bedenim kocaman dünyaya sığmaz oldu. N’olur anne… N’olur beni de al yanına. Ellerimi kimse ısıtmıyor sen yokken. Sen yokken… Kimse koynunda uyutmuyor beni. Senin o mis kokun kimsede yok annem… Kimse sen gibi kokmuyor.

Bu düşüncelerle tekrar yoğun bakım odasının camının önüne gelmişti Cemre. Sen her şeyi bilirsin anne. O da beni seviyor mu söylesene? Bilirim beni kimse sen gibi sevmez. Ama biz insanlar karşı cinsle daha farklı duygular yaşıyoruz. Bu ne anne? Bu nasıl bir şey, canımı yakan? Aşk mı, sevgi mi? …

“Cemre…” Cemre arkasını döndüğünde Zümra Hanım’ın uyumuş olduğu yerden kalkıp kendisine doğru yaklaştığını gördü. “İyi misin, neden ağlıyorsun? Yoksa… Metehan’a bir şey mi oldu?”

“Hayır Zümra Hanım… O gayet iyi görünüyor. Ben… Ben sadece biraz duygulandım.”

“Oğlumu senin gibi, sevmeyi bilen, birinin sevmesi ne kadar güzel hissettiriyor bana bir bilsen… Çok mutluyum bir anne olarak. İyi ki oğlumun hayatındasın.”

Duyduğu şeyler karşısında Cemre zorla yutkundu. “Zümra Hanım… Bu görüşünüz beni çok mutlu etti, teşekkür ederim. Keşke… Keşke oğlunuz da böyle düşünse…”

“Allah herkesin hayatına güzellikten önce zorluk verir. Bu zorluklar, acılar hep bu gelecek güzelliklerin habercisidir. Sabret Cemreciğim, sabret… Eminim ki Metehan senin değerini anlayacak.”

“Benim değerimi anladığında ya çok geç olursa…”

“O zaman onda da vardır bir hayır. Allah hiçbir kulunun kötülüğü için bir şey yapmaz.”

“Teşekkür ederim.”

“Eve git ve biraz dinlen. Ben burada olacağım.” Cemre ‘hayır’ anlamında kafasını salladı. Metehan uyanana kadar buradan bir yere gitmeyecekti. “Cemre… O iyileşecek ama sen daha fazla uykusuz kalırsan yorgun düşüp bunu göremeyeceksin.”

“Yanına girdiğim zaman ona uyanana kadar burada olacağıma dair söz verdim. O yüzden lütfen bana dinlenmekten bahsetmeyin. Bunu yapamam.”

O sırada Ahmet, Oğuz ve Elif gelmişlerdi. Her ne kadar başını duymasalar da konunun Cemre’nin saatlerdir uykusuz olması konusu olduğunu anlamışlardı. “Kendini hiç yorma Zümra Teyze. Cemre’yi ikna edemezsin, inatçıdır o. Metehan rüyasına girip ‘git’ dese de, o iyileşene kadar gitmez.”

Zümra Hanım hepsini tek tek süzerken gülümsüyordu. Bir yandan da Allah’ın verdiği nimetlere şükrediyordu. Dünyadaki en temiz kalpli insanlardan biri olabilirdi Zümra Hanım. Nimet kelimesini sadece yediğimiz yemeklere sığdırmayan koca yürekli bir beşerdi o. Önünde duran ve geleceğin dünyasının yıldızı olan bu 4 genç ise ona bahşedilmiş en büyük nimetti. Hala büyüdüğünü bile kabullenemediği biricik oğlunun dostuydu onlar. Bugün asla kolay bulunmayan en büyük nimet.

Aç kalırdı, yaşardı insan. Susuz kalırdı, yaşardı. Anne babasından bile vazgeçse yine yaşardı. Ama dostu olmadığında kendini yer yer bitirirdi. Duvarlara konuşmayı bilmezdi insan. Susamazdı da… Sonra dönüşü olmayan hatalar yapardı, çıkmazlara girerdi. Aile yardım eder etmesine… Ama beşer nefes aldığında bile onu anlayacak bir dosta ihtiyaç duyardı.

“Cemre biraz hava almaya ne dersin?” dedi Oğuz. Birkaç saniye düşündükten sonra başını sallayarak arkadaşına kendisini onayladığını gösterdi Cemre. Birlikte önce ne koktuğunu asla çözemedikleri hastanenin koridorlarında kantine doğru yürüdüler. Gerek hastaların gerek hasta yakınlarının gerekse personellerin zombiler gibi yanlarından geçip gitmesini izliyorlardı yan yana yürürken. Bazen dalgın bir gökyüzü gibi bakan gözlerle karşılaşıyordu Cemre. Bazen de minicik melekleri kucaklarına almış, karılarının kollarına girmiş ve mutlulukla eve giden babalarla…

Kantinden iki tane çay alıp bahçeye çıktılar. Bahçede, her daim insanları bekleyen; onları bıkmadan karşılayan birbiri ardınca dizilmiş banklardan birine oturdular. Büyük bir sessizlik hüküm sürüyordu dünyalarına. Sonunda bu sükutu bozan Oğuz oldu.

“Zümra Teyze’nin haklı olduğunu söyleyerek canını sıkmayacağım. Sevdiğin birini ne olacağını bilmeden, soğuk ve saçma seslerin yankılandığı bir odada bırakıp gitmek kolay değil, anlıyorum. İnsan sevince her şeyi göze alıyormuş Cemre, ölümü bile. İnsan sevince aklını kaybediyormuş. Asla tarif edemediği duygular yaşıyormuş.” Oğuz dolan gözlerini Cemre’nin görmesini istemediği için başını kollarının arasına alarak kendini toparladı. Yakın arkadaşını böyle görmek Cemre’yi endişelendirmişti.

“Oğuz… İyi misin, diye sormamın kimseye bir faydası olmayacak. Senin günün birinde, birine böylesine bağlanacağın aklımın ucundan bile geçmezdi. Görüyorum ki, bu kişiye bir o kadar yakın ve bir o kadar uzak hissediyorsun. Kim, ben tanıyor muyum?”

Oğuz yutkunmak istedi ama başaramadı. İmkânsız duyguları onu şimdi de bir bankın üzerinde sıkıştırmıştı. “Bilmiyorum… Tanığını sanmam.”

Cemre, Oğuz’un bu cevapla konuyu kapatmak istediğini anlamıştı. Üstelemedi, eğer isterse anlatırdı sonuçta. 3 yıldır her gününü birlikte geçirdiği arkadaşından saklayacak bir şeyi olamazdı, değil mi?

Bir süre daha sükût ortalığı ele geçirdi. Oğuz duygularıyla başa çıkmakta zorlanıyordu. Yerinde duramıyor, sürekli kıpırdanıyordu. En sonunda ayaklandı ve Cemre’ye bakarak: “İçeri geri dönüyorum, geliyor musun?”

Bankın, kıyafetlerinin ardından yaydığı soğukluk hissi Cemre’nin bütün vücudunu uyuşturmuş sanki onu oraya bağlamıştı. Kafasını kaldırıp arkadaşına baktı. Ağzını açmak, tek bir kelime etmek istemiyordu ama konuşmak için kendini zorladı ve sonunda dudaklarında birkaç kelime uçuverdi. “Birazdan gelirim.”

Oğuz sessizlikle Cemre’yi baş başa bıraktı. Beş dakika sonra Cemre’nin kalbinin yanındaydı. Burası Oğuz’a düşündüğünden de soğuk gelmişti. Sanki çok ağır bir suç işlemiş zanlılar için yapılan bir hücredeydi ya da acımasız bir ailenin ufak bir çocuğa yanlışlıkla kırdığı bardak için verdiği cezayı çekecek bir kömürlüktü.

Gözlerini kırpıştırarak tekrar odaya baktı. Burası ne bir hücre ne de kömürlüktü. Sinir bozucu bir monitör ve ardında ona bağlı kablolarla dolu bir hastane odasından başka bir yerde değildi. Birkaç adım atan Oğuz, Metehan’ın yattığı yatağın kenarına oturdu ve o sırada sözcükler ağzından, yaşlar gözlerinden dökülüverdi.

“Oğlum, ne yapıyorsun burada? Hala uyuyorsun, olmuyor böyle. İki gündür sen yoksun, kimseye anlatamıyorum derdimi. Yanına geldim konuşmak için ve sen hala uyuyorsun… Abi sen bir yerlere gitme ya! Neyse, neyse… Sana bir sır vermeye geldim. Beni duymayacaksın… Duyma da zaten. Ama birine söylemezsem patlayacağım abi. Ben… Ben aşık oldum. Şimdi beni duyabilsen, gülerdin sen mi aşık oldun diye. Gerçekten …  Affet beni… Sevdiğini ona bir türlü söyleyemediğin, incitmekten korktuğun kıza tutuldum ben. Öyle böyle değil… Ayın Güneşe tutulduğu gibi. Ama merak etme, aranıza girmem. Bunu ona yapam…”

Oğuz’un sözleri açılan kapının sesini fark etmesiyle kesilmişti. Kimin geldiğine bakmadı bile. Bu, umurunda değildi. Tek isteği dostuyla biraz daha konuşabilmekti. Gelen kişinin ayak sesleri iyice yaklaşmıştı bu sırada.

“Demek sen de buradasın,” dedi ses, tonunda sevecenlik vardı. Ayın Güneşine olan sevecenliği… “Onunla konuşmayı özlemiş olmalısın.”

Soğuk duvarlar dertlerini insanlara yansıtarak onları sus pus edip ısınıyordu o an… 

Oğuz gözlerindeki yaşları silerek derin bir nefes aldı. Sonrasında her kelimesinden hecesine ezbere bildiği şiirden bir dörtlük okumaya başladı.

“Ama mecburum…

Kolay mı sanıyorsun gitmeyi?

Ayrılığı iliklerime kadar hissediyorum.

Giderken bile, sen oluyorum.”

(Kapak tasarımı için Ahmet Ergen’e sonsuz teşekkürler.)

İlgili Makaleler

Bir Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu