Hocam Çıkabilir Miyim?
Oldum olası pürüzsüz, karşıdan baktığınızda bir porselen soğukluğu hissettiren mekânlardan, insanlardan uzak durmuşumdur. Onlara baktığımda içimde bir hikayesizliğin verdiği soğukluk, yaşamın insan yüzünde bıraktığı çiziklerden yoksunluk ve yapay bir ışığın verdiği yavanlık hissi uyanır içimde. O yüzden şehrin yaşama tutunamamış, duvarlarında umut olan arka mahallelerinde gezmek, yaşamı kovalamak daha cazip gelmiştir her zaman. Çünkü oraların, yemek masası yerine sofrası, terası yerine gökyüzü, başarısı yerine hikayesi vardır her zaman. O arka mahalleler ki, bizim yüzümüzden olanların, bizim yüzümüze bir tokat gibi çarpıldığı yerlerdir. İnsanın kendisiyle olan muhasebesinden kaçması gibi, şehrin göbeğine değil de en ücra köşesine bir öbek gibi toplanmalarına zorlamışızdır. Gözden ırak olanın gönülden de ırak olması gibi, sadece bir belgeselin ya da bir ana haber bülteninin şiddet içeren bir bölümünde hemen değiştirmek için gözümüzü bile kırpmayacağımız bir anda çıkıverir sadece karşımızda.
Bu mahallelerinin birinde, mahallenin en dışı sayılabilecek bir noktada küçük bir esnaf lokantası vardır Ferhat amcanın. Bu tarz mahallelerde hem mahalleden olmak hem ticaret yapmak istiyorsanız, mahalle ile dışı arasında tam orta yere tezgah açmak zorundasınızdır. Yoksa ne mahalleli olabilirsiniz ne de şehirli. Şehirde yaşamak, sadece şehrin orta-üst sınıf ailelerinin bildiği bir kavramdır çünkü. Diğerleri sadece kendi mahallesinden çıkarken “Şehre gidiyoruz.” cümlesini kullanırlar.
Babasının hayattaki tek ve en büyük vasiyeti gibi her sabah, bir gün dahi aksattığı görülmeden, onun için bir şükür vesilesi olan sabah namazını kılar ve dükkanını açmaya giderdi. Bu saatlerde sokakta yürüyen insanları gördükçe, kulağınıza gelen sadece bir ayak sesi olmaktan öte bir emeğin, ağır bir yükü omuzlayışın sesini duyar gibi olurdunuz. Sokakta birbiriyle karşılaşanların, bir kader ortaklığı, bir yoldaşlık misali aynı hikâyenin sonuna birer harf gibi dizildiklerine şahit olurdunuz. Sonra, dili olsa bütün bir geçmişi bıkmadan usanmadan anlatacak kepenklerin sesleri teker teker duyulmaya başlar sokakta.
Önce bütün mahalleyi, ellerinden ve göz bebeklerinden tanıyan, nüfus memuru çay ocakları ve fırınlar açılır. Sonra sırasıyla diğerleri. Tertemiz bir geleceği, elleri ile hazırlamak isteyenlerin, bir çalı süpürgesiyle, bütün geçmişin kirlerini dükkanının önünden temizleyenlerin sesleri duyulur. ”Hayırlı işler”, ”Selametle” sesleri yükselir ufaktan ve yavaş yavaş perdeleri açılır evlerin.
Ben ise, Anadolu’nun ücra bir köşesinden gelen, sırf insanların bana farklı gözlerle bakmasını, beni tanımak için ortalama bir insana sorulan sorulardan fazlasını sormamaları için, üniversite kültürünün ortalaması alınmış bir hayatı sürmekle meşguldüm o sıralar. Bir hayatın, bir kültürün, ben ile ben arasındaki ortalamayı yaşamanın vermiş olduğu bir yabancılaşmayı yaşıyordum. Benim gibi hem kendi olmaktan, hem yalnız olmaktan korkanların, kaçamadıkları bir kaderdi bu. Bunu ne ilk ben yaşıyordum, ne de en son ben yaşayacaktım belki de. Arafta kalmanın vermiş olduğu tedirginliğin boğulmasını yaşıyordum adeta. Sabah bir caminin önünden geçerken, bir şeylerin yolunda gitmediği hissini yaşarken, akşam şehrin en karanlık barında kendimi kaybedercesine içerken buluyordum kendimi. Yaptıklarımın vermiş olduğu pişmanlıktan çok, bütün geçmişini bilen birisiyle karşılaşma ihtimalinde, donakalacak olmanın ve sonu bilinmeyen bir kaçışın vereceği yorgunluk korkutuyordu beni.
Arafta kalmanın vermiş olduğu ölümcül bir terle, iktisada giriş dersinden sonra, kimselere gözükmeden, kimseyle göz göze gelmeden okuldan çıktım. Okul ile evim arası uzak olmasına rağmen, bir firari gibi sağıma şehri alarak yürümeye başladım. Onca yol tek başına yürünür mü demeyin? Arafta olanlar bir yolu asla tek başına yürümezler çünkü. Az biraz etrafına bakan herkes arafta kalanların yol boyunca birileri tarafından çekiştirildiğini, elleri ve kolları ile sanki birileriyle konuştuklarına şahit olacaktır. Kendimden, kafamdaki düşüncelerden kaçayım derken, şehrin arka sokaklarına daldım birden. Onca yolu yürümüş olmanın, onca düşünceyle cenk etmiş olmanın vermiş olduğu yorgunlukla bedenim halsiz düşmüştü. Hem biraz soluklanmak hem de bir şeyler yemek için etraftaki tabelalara odaklanmaya başladım. Hem Ferhat amca ile hem de lokantası ile ilk defa orada karşılaştım işte. Bir mahallenin ama gerçek bir mahallenin içine girmiş olmanın vermiş olduğu duyguyla “es-selamu aleyküm” diyerek girdim içeri.( Şimdi gerçek bir mahalle ile mahalle arasındaki fark nedir diyeceksiniz. Gerçek bir mahallede oturanlar, bir muhabbetin herhangi bir anında, “Şu mahelleliyim” derken, mahalle de oturanlar sadece konumunu belirtircesine, “Şu mahalllede oturuyorum” derler. İkisi arasındaki fark siyahla beyaz arasındaki fark kadar keskindir aslında.) Yüzündeki bütün tebessümle “Ve aleyküm selam” dedi Ferhat amca. Sırf bu kısa selamlaşmayla bile, birden kendi doğduğum ve büyüdüğüm mahalleye gittim bir an. Sanki karşımda Ferhat amca değil de babam duruyor gibiydi. Ferhat amca sırasıyla menüde ne varsa saymaya başladı. Üzerimdeki bütün fiziksel, duygusal, düşünsel yorgunlukla, ”Ben bir mercimek çorbası, fasulye ve pilav alayım “ diyerek uğurladım Ferhat amcayı. Bir yandan yemekleri hazırlarken, bir yandan da bu mahalleden olmadığımı tahmin ederek, beni tanımak istercesine sorular sormaya başladı. (Böyle mahallelerde alışveriş yapmak, TDK’nın vermiş olduğu anlama ithafen gerçekleşiyordu sanki. Siz bir şeyler alırken, onlar da sizin gönlünüzü almaya çalışıyordu çünkü). İnsan arafta kalınca, bu tarz sorular sorulduğunda hangi ben ile cevap verebileceğini şaşırır. Şimdi üniversiteliyim desem bu hayata çok uzak olacak, mahalledenim desem yalan olduğu anlaşılacak. Yol üzerinde gördüğüm bir inşaatı hatırlayıp, “Şu ilerideki inşaatta elektrik mühendisiyim amca” ben diyerek konuyu hızlıca geçiştirmeye çalıştım. ”Bizim amcaoğlu da oradan ev alacak inşallah, kolay gelsin evladım” diyerek, hayatta cevabını vermekte en çok zorlanacağım soruyu sormaktan vazgeçen bir insan edasıyla konuyu kapatmıştı Ferhat amca. Ben ise son anda büyük bir tehlikeden kıl payı kurtulmuş bir insan gibi hızla uzaklaşmıştım konudan. Cebimde kalan son parayı verip, mahallenin tam ortası sayılabilecek bir yoldan yürümeye başladım. Sağınıza ve solunuza baktığınızda daralan sokaklar, ışığın girmediği alanlar gördükçe buranın bir mahallenin, bir hikayenin, eğlencenin, ağıtların tam orta noktası olduğunu anlamanız için coğrafya bilgisine sahip olmanız gerekmez. Her şey bu meydanda yaşanır, her şeye bu meydan da şahit olunur çünkü.
“Artık çocuklar sokakta oyun oynamıyor, gittikçe artan iletişimsizlik çağında çocuklarla yapılabilecek on etkinlik.” önerilerine inat, çocuklar, muhtemelen abilerinin hızlı boy atması sonucu onlara bir hediyeye dönüşen, beli göbeklerinin üstlerine gelen pantolonlarla mahallenin ortasında oraya buraya koşturuyordu. Gökyüzünü ise sadece iki bina arasına asılmış, sadece çamaşırları değil, insanları, umutları ve kederleri birbirine bağlayan teller arasından görebiliyordunuz. Gökyüzüne asılan çamaşırları görünce, bir şehrin hem ekonomisini hem de hikayesini anlamak için çamaşırları nereye astıklarına bakmanız yeterli cümlesi düştü zihnime.
Zaman hızla ileri giderken, ben sanki bu mahallenin içerisinde sürekli geriye, kendime doğru sayarak ilerleyip eve ulaşmıştım sonunda. Arafta kalmanın kutsal emrini yerine getirircesine, zamanı paketteki son sigaraya biat ettirip geceyle gündüzün ortası etmiştim. İnsanın kendisiyle dersi olunca, sabahki derse geç kalıp, gitmek için ayak sürünen bir yolculuğa çıkan yolcu misali, gözlerimde bütün benlerin solgun ve bitkin bakışlarıyla çıktım evden. Tam durağa vardığım esnada gözlerimin önünden geçti okula giden otobüs (Ya da ben otobüsün geçişini bekledim.)
İlk görüşte aşık olunan bir kadının geçtiği yollarda tekrar onu görme umuduyla dolaşan ya da aradığı bulmuş bir derviş misali o gerçek mahallenin yoluna vurdum kendimi. Dün geçtiğim yolları, bugün ilk defa geçiyormuş gibi seyre koyuldum. Ferhat amcaya selam verip, hemen yandaki dükkandan simit alıp yoluma devam etmeye başladım. Okula vardığımda şans benden yana olacak ki, iktisada giriş dersine ara verilmiş, yeni içeri girmeye başlamışlardı. Sessizce yerime geçip, bütün ilgisizliğimle eşyalarımı kenara bırakıp tahtaya odaklandım. Bir kaç dakika sonra bütün porselen suratıyla hoca sınıfa girdi. Bir merhabayı bile verecek duysal fakirlikte olacak ki, doğrudan tebeşiri eline alınıp “Konu: İnsan ve Kent Ekonomisi” yazdı. Sanki o an, yıllarca beklediği düşmanı görünce, yapılacak ilk şeyi yapan insan gibi yazmıştı bunu. Evet bunu bana yazmıştı. Bütün eşyaları toplayıp, kimsenin bir soru sormasını istemediğim ve beni hasta sanmaları için hafifçe öksürerek hocanın yanına vardım.
“Kusura bakmayın hocam, gerçek bir mahallede kendimi unuttum. Gidip bir koşu almak ve bir daha dönmemek üzere çıkabilir miyim?”