DenemeEdebiyatHikaye

İsmail’in Bilinmeyen Hikayesi

Modern alışkanlıkların ölmek olduğu bir devirde deliler hastanesinde uyandı bir sabah İsmail. Teşhis konulmadığı müddet boyunca kabul etmemişti deliliği. Aklın varlığına bile inanmazdı halbuki, ama herkes gibi akıllıca yaşamaya çalışmıştı. Kendine göre bir içtihat belirlemişti, görüşleri hep o yönde hareket eder, kimsenin bu kanunu bozmasına izin vermezdi. Ve güneş hep o kanuna göre doğardı İsmail için. Odası filmlerdeki gibi değildi, etrafına bakıyordu sürekli ama düşüncelerden kurtulamıyor, neden ve nasıl böyle bir yere düştüğü hakkında bir fikir yürütemiyordu. Koyu gri renkli duvarlar, gri beyaz karışımı gökyüzüne bakan pencere ve uzun zamandır kullanılmadığı belli olan hafif tozlu meşe odunundan yapılmış ama fazlaca yıpranmış bir masa vardı. Yatak pencereye paralel şekilde konulmuş, yıldızları görmeyi amaçlayan ama şehir ışıklarının kutup yıldızını bile göstermediği kadar aydınlık bir yerde olduğunu fark etti. Uzaktan gelen seslere irkildi, dinlememeye çalıştı fakat haykırışlar diğer odalarda başka deliler olacağı düşüncesini uyandırdı İsmail’de.

“Tanrı değilse kim sebep oldu delirmeme, yoksa akıllılar mı?” Diye bir yakarış duydu. Sesindeki kahroluş hissiyatı İsmail’i delirtmeye yeter güçte bir büyü barındırıyordu sanki. İsmail akıllı değil ki delirsin.

60 yaşında buraya düşmekle şunu fark etti ve mırıldandı kendi kendine; ” bazı zamanlar her şeye bakıp görebiliyorum. Ama bazı zamanlar burnumun ucunu bile göremiyorum. Bakıyorum, göremiyorum. Gördüğüm her ne ise benden saklanıyor olmalı. ” Sonra neyi fark ettiğinin farkında olmadığını, fark edebilmenin farkındalıkla fark yaratabileceğinin her şeyden farksız bir his olduğunu fark etti. Bu farkındalık, farazi bir düşünce uyandırdı İsmail’de.

“En büyük hileyi hilesizlikte bulan, sürekli hayatı kendiyle suçlayan benken, nasıl düştüm buraya?” İsmail zorda olsa merak içerisine girmiş, ve buraya tıkılmadan önceki günü düşünmeye başlamıştı.

“Yıllanmış bu dünya, bir şarap gibi değil de bir cam gibi yıllanmış. Yaşlandıkça bulanmış, çatlamış ve kırılmış. Geleceği daha zor görür olmuş insanlar. Toprak kurumuş, her yer taş beton. Ve çok kırılmış bu dünya, çatlaklardan çıkan çiçeklere sevinmiş insanoğlu. Denize mavi diyenler şeffaf olduğuna inanmaya başlamış.” En son böyle düşünmüştü İsmail. Sırtında dünya yükü, başında gökyüzünün hazin gri örtüsü. Kırmızı bisikleti, ve kederli yüzüyle. Yıllandıkça, yaşamanın ağrısı, yaşadıkça yılların yükü hazin sonbahar yağmurları gibi gri bir enkaz bırakmıştı İsmail’de.

“14 yaşında, doğrunun ne olduğunu bile bilmediğim bir zamanda hapis cezası ile eza duygularına büründüm. Savunma yapacağım sözler her azam tarafından haykırıldı. Kararın müebbet olması hayal dünyamı tamamı ile yıktı.” İsmail küçük yaşta düşmüştü hapse. Ne için orda olduğunu bilmeyen bir çocukken. Hayatında hiçbir sorgulama yapmamışken, adaletsizi sorgulayarak başlamıştı hayata. 40 yaşına kadar tek bir amacı olmadan yaşamıştı. Sabah kalkar, volta atar ve yatardı. Hiç konuşmazdı İsmail. Susardı. Bir gün volta attığı sırada duvarda bir dolap fark etti, yirmi altı yıldır görmemişti o dolabı. Adımları hızlandı ve sanki yıllardır bu anı bekliyormuş gibi dolabı açtı. Üç dört tane kitap vardı, ve belli ki yıllardır oradaydılar. Hiç dokunulmamış, hiçlikten uzaktı kitaplar. İsmail yirmi altı yıldır hiçbir şey konuşmamıştı, haykırdı “hiç” diye…

İsmail 4 kitabı ezberledi. 59 yaşına bastı. Ve bir genel afla hapisten kurtuldu. Hiç bisiklet sürmemişti İsmail. Hapisten çıktığı gün bir bisiklet buldu. Süremedi. 1 yıl boyunca öğrenmeye çalıştı İsmail. Öğrenemedi. Her gün elinde bisikleti, yüreğinde kederi, yılların yoksunluğu ile yürüdü. Çok yürüdü İsmail, öğrenmek için, yeniden yaşayabilmek için. Başaramadı. Başarı, görmezlerin fili tarif etmesiydi onun için ama, hayatta tek bir şeyi başaramamanın hüznü çok ağır geliyordu kendiliğine.

Ve neden olduğunu bilmeden deliler hastanesine düştü İsmail. Bilmeden yaşıyordu, bilmek istiyor fakat unutuyordu. Unutmak üzere doğmuştu İsmail. Dört kitap ve bir bisikletle gelmişti 60 yaşına. Her şeyi unutmuştu, yaşamayı yaşama sığdıramamış yaşlanmak ile yaşanılanı, yaşlanmakla yaşamayı yaşamsallaştıramamıştı İsmail.

“Yaşamak denen kelime arasına sıkışırmışım ömür denen makarayı. Güneş hiç doğmayacak gibi yaşamaktan, çocukluk aşklarından, yağmurda hiç ıslanmadan, gökkuşağına bakamayacak kadar aceleci, sevdiği kadının yüzüne bakmaktan usanmayan aşık kadar sabırlı, ağustos böceğini de karıncayı da haklı buldum. Elime hiç silah değmedi, çiçekleri sevdim ama koparmadım. Bir Goncagül’e inandım, hiç çiçek vermedi.” Böyle anlattı hikayesini İsmail. Hiç anısı yoktu, düşünmekten düş kurmaya, düşmekten dik durmaya fırsatı olmadı. Ve bir gün öldü İsmail. Bir mektup çıktı ceketinin iç cebinden.

“Çocukken aşık olmak, büyürken büyütmek istedim olmadı. Ölümüm aşkımı değil ömrümü bitirdi.” Ve mezar taşına “Bilmiyorum sevilmeyi, nasıl sevdiysem seni…” yazdırmıştı. Hiç kadın girmemişti halbuki hayatına İsmail’in. İsmail sevmeyi seviyordu.

Ahmet

Ruhun karanlığından, savaşın başında ve kimyasal silahların ortasında doğan insan.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu