Merdivenleri yavaş yavaş çıkarken gözünün önüne düşen bir karartı ile zamanın durduğunu sanmıştı. Düşünceleri hareketlerini ele geçirmiş gibi geri döndü ve hızlıca merdivenlerden inmeye başladı. Denizin maviliği biraz rahatlatmıştı fakat ruhundaki karanlık peşini bırakmıyordu. Nasıl kurtulacağını düşünmek yerine atlar gibi koşmaya başlamıştı. Atların siniri geçsin diye koştuğunu biliyordu. Dağlardaki bir at misali koşmaya başladı. O an bir at olmak isterdim diye içinden geçirdi. Koşunca her şeyin geçmesini o kadar çok istedi ki biraz dönüp mücadele etse her şeyi yenebileceğinin farkında değildi. Sahile kadar koştuğu müddetçe sokakta konuşanların sesini, kuşları, köpekleri, kedileri ve hatta duvarların konuştuğunu bile hissetti. Nefes nefese ve kan ter içinde, denizin kıyısına kadar varmıştı. Güneş yeni batıyordu ve denizin üstünde mercan mavilikleri arasında kalsedon renginde bir parıltı fark etti. Zor zamanlarda karşısına çıktığını biliyordu bu rengi ve bu renk ona bir sihirli dokunuş yapıyor gibi canlandırırdı bedenini. Hayretle etrafına bakındı, kimsecikler yoktu. Belki de gözü görmek istemediği insanları gizliyordu ondan, bilemiyordu. Kalsedon rengine odaklanmaya başladı ve olduğu yere oturdu. Cebinden tabakasını çıkartıp bir ince sigara sardı. Ceketinin iç cebinden yıllardır hatıra diye sakladığı çakmağı çıkartıp çaktı. Sigara dumanını narince içine çekti, dumanıyla birlikte düşünceleri de dışa çıkmaya başlamıştı.
“Anlat…” dedi kendi kendine. Anadolu dağlarından birinin tepesine çıkmış gibi, Mezopotamya’yı keşfetmiş ve fethetmiş gibi yorgun, düşüncelerle savaşacak kadar güçlü bir hisle, yağmurdan ıslanmış bir kayın ağacının dibine yaslanmış, yalnızca kendine kendini anlatmak istercesine konuşmaya başladı. Zaten etrafında yokluktan başka bir yoktu ya da öyle hissediyordu. İnsanlar gelip geçiyorlar fakat ruhundaki yangını göremedikleri için öyle düşünmüştü.
“Kendime kendimi anlatmaktan bıktım aslında ama kendimin kimi kimsesi yok.” diyerek bir çekti önce. Tek odalı evini düşündü o sıra. O küçük duvarlar bile geceleri nasıl üstüne üstüne geliyordu, acıdı biraz kendine. Katlanabilir gıcır gıcır eden yatak, duvarları yüzlerce notla doldurulmuş ve tam merkezine ” UMUTSUZ YAŞANMIYOR ” yazmıştı. Zamanla “UMUTSUZ” silinmişti, ve geriye “YAŞANMIYOR” kalmıştı kala kala. Kalacak şey değildi bu doğrusu.
“İnsan yaşamak için neden mücadele eder ki? Zengin ölmek için elli yaşına kadar çalışıp geride bir ev bırakmazsan çocukların sana lanet okuyorlar. Eşine pırlanta yüzük almayınca o da senden nefret ediyor. Güzellikleri maddi şeylerde buluyor insanlar. Ruhumuzun güzellik getirdiğine kimse inanmıyor. Sevdiğim kadına bir kitap hediye etmiştim. Aylar sonra karşılaştık, sormadım ama belliydi ifadelerinden kitabın kapağını bile açmamıştı. Çok sevilmek istiyordu fakat sevmek için en ufak çabası dahi yoktu.” Dedi kendine. Elindeki sigara bitmişti. Sigaraya bakarak “Bende hayatımı böyle mi bitirdim acaba?” Diye söylendi. Halbuki asla sevmezdi sigara üzerine konuşmayı, edebiyata konu edilmesinden de nefret ederdi. Tütün çiğnemek daha güzeli onun için. Her zaman bir pervasızlık havasında yaşardı. Çünkü bilirdi, insan ölümün ne olduğunu asla kavrayamazdı. Çekinmeden ve korku ne bilmeden davranırdı. Bu yüzden hiçbir zaman iyi dostlar edinememişti. İyiliğin ne olduğunu kimse bilmezdi ona göre. Kendi doğrularından başlamıştı önce öldürmeye. Sonra hiçbir doğruya inanmamış, vicdanı nasıl rahat ediyorsa öyle davranmaya başlamıştı. İnsanlar vicdanlarını kaybettikleri için onu vicdansız olarak görürlerdi ve kirlenmiş vicdanları ile onu lekelemeye çalışırlardı. Her zaman bir bildiği var deyip Yaradan’a sığınırdı yaratılanlardan ötürü.
“Hikaye anlatmayı hiç sevmem, kendi hikayemi kendime anlatacak kadar da kendimi kaybetmediysem, kim bu kendime olan kimsesiz davranışlarımın nedeni? Bu ben miyim yoksa zaman gerçekten beni de değiştirdi mi? Champollion okurdum ve Baudelaire’e lautréamont’a bir de Yılmaz Pütün’e sevdalıydım. Geçmiş hiç geçmemiş meğerse, ben ne yaparsam yapayım peşimden gelmiş. Önüme karartı düşmemişti, yıllarca aradığım kendimi görmüştüm. Onu görünce zaman durur zannederdim fakat, zamanı durdurabilmek için şair olmam gerekirdi. Kendimi bu halde bulmak asla istemezdim. İlk defa merak ediyordum, ne oluyordu bakmaya korkup gözümü kapattığım yerde. Hepimiz içimizde başka bir ben taşırız ama benim içimdeki beni ben hiç sevmiyorum. O hayatıma girince sürekli yeni şeyler oluyordu ve ben yeni olan her şeyden nefret ederdim.” Kendi kendine konuşmaya devam etmek istemiyor gibi bir hali vardı. Yıllar sonra yeni bir merak duygusu içine girmekten çok korkuyordu. Ne olursa olsun merak etmeden yaşama çabasını sürdüren bir insandı ki kendini bile merak etmez, en son hastaneye çocukken gitmiştir. O bile hatırlamıyordur gittiğini. Hayatına asla ikinci bir kişiyi sokmaz tamamen yalnız yaşardı. Bir kadın sevdi, yalnızlığı bozulmasın diye bir kitap hediye etti. Tek kelime konuşmamıştı kadınla, kitabı neden okusun. Kendini evinde huzursuz hisseder, duvarlar üstüne geldiği için geceleri uykusundan uyanıp evden çıkıp sokakta yattığı bile olmuştur. İnsanlarla arasına kurduğu duvarlara ne demeli peki. Merak duygusundan yoksun olarak, hayatında kitaplar ve filmlerden başka değişik durumlar bulunmazken bunca zaman sonra yeni bir merak duygusu kendisine çok ağır gelmiş olacaktır.
“Ben bu kadar büyük bir duygunun içinde yıllar sonra yeniden nasıl var olurum?” diye söylendi. Kurtulmanın tek bir yolu vardı, bunu denemese belki içindeki kendisi ile güzel bir hayat yaşayabilirlerdi. Fakat iki kurşun çıktı cebinden. Onu da tuttu sıktı kafasına…
“Evet bu gördüğüm kalsedon rengindeki muhteşem göl, bilsem çok daha acele ederdim bunun için. Duygularıma esir olup kendimin canına kıymaktansa mutlu bir pazar akşamı sevdiğim şiirlerden okuyup, delice dans edip, gecenin finalini böyle yapardım. Tuba ağacı da burada, Temmuz akşamları gibi güzel…”
Okurken kelimeler birbiriyle dans eder gibiydi. Emeğine sağlık, çok güzel olmuş. 🌹