Bugün sizlere bir film çözümlemesi yapmak istedim. Aslına bakılırsa bu bir çözümlemeden ziyade daha çok filmi izledikten sonra ben de uyandırdıklarını paylaşma isteği diyebilirim. Bu yüzden bu yazımı filmin teknik özelliklerine boğmayacağım. Ben bu filmin daha çok ben de hissettirdikleriyle ve bu yola giden evrelerle ilgileniyorum. Kısacası hikayesi benim için odak nokta…
Yüreğinizi yerinden sökecek bir film… Kaplumbağalar da Uçar.
2004 yılında İranlı yönetmen Bahman Ghobadi’nin çekmiş olduğu 52. San Sebastian film festivalinde en iyi film ödülüne layık görülmüş, bunun yanında birçok dalda bazı çeşitli ödüller de almıştır. Tabii bunlar genel kültür açısından bilinmesi gereken birkaç bilgi. Filmi asıl güzel yapan bunlar değil.
Filmin konusu Türkiye Irak sınırında bulunan, bir mülteci kampında yaşayan çocukların; savaşta çektiği acılar, yoksullukları, psikolojik durumları, hayatta kalma mücadeleleri ve geçim sıkıntıları konu ediniliyor. Tabii filmi asıl güzel yapan şey bu da değil.
Film çok güzeldi. Çünkü işleyiş o kadar güzeldi ki gerçekten yüreğinizi yerinden söküp atacak tarzda bir film. Bu kampta her yaştan çocuk var. İki, üç yaşından tutun da on üç, on dört yaşına kadar. Savaşın çocukları onlar. Öyle bizim kaldığımız gibi üç artı bir evlerde kalmıyorlar, bizim çocuklarımız gibi ayrı odaları da yok. Kar, kış, yağmur, çamur, soğuk, ayaz demeden çadırlarda yaşıyorlar. Öyle bizim gibi ayrı ayrı porsiyonlardan yemek yemekte yok. Bir tabaktan dört, beş kişi; o da ne bulurlarsa onu.
Hiçbirinin annesi babası yok yanlarında, yapayalnızlar. Düşman askerleri tarafından öldürülmüş çoğu… Kiminin bacağı yok, kiminin kolları yok, kimi gözlerini kaybetmiş…
Ama çalışmak zorundalar yine de. Hem de öyle sizin çalıştığınız gibi masa başı işlerde, fabrikalarda, sıcak çatılı binalarda değil. Sınırda mayın topluyorlar, yürekleri ağızlarında. Sizin gibi maaşları, öğün yemekleri, sosyal hakları falan da yok. Üç kuruş için can pazarı işte.
Düşünün ki on üç yaşında bir kız çocuğu düşman askerlerinin tecavüzüne uğruyor. Hamile kalıyor. O askerler kızın annesini babasını öldürmüş, doğan küçücük bir bebek, kendi çocuğunu kabullenemeyen bir çocuk anne, doğan çocuksa hayata hep yenik başlamış gözlerinde problem var. Görmüyor… Gerçi onların yaşadığı hayatta görmek mi daha iyi, yoksa görmemek mi orası da meçhul. Görmek bizler için bu kadar güzel bir nimetken bunu bile sorgulatıyor insana.
Agrin hayata olan bütün hıncını iki üç yaşında bir bebeğe, kendi bebeğine yüklemiş bir kız çocuğu. Hele de o minnacık “Anne, anne!” diye ağlayan çocuğun ayağına koca bir taş parçasını bağlayıp göle attığı o sahne… Henkov’un çocuğu gölün dibinde boğulmuş bir halde bulması, Agrin’in kendini uçurumdan atması ve hep hayalini kurduğu o sonsuz mutluluğa kavuşması… Yüreğinizi yerinden sökecek işte…
Film bittiğinde oturup yarım saat boyunca ağlayarak bütün bu filmin bir senaryo olmadığının, sadece basit bir kurgudan ibaret olmadığının; her şeyin gerçek olduğunun farkına varıyorsunuz. Çünkü onlar savaşın çocukları… Gerçekte de böyle değil mi zaten.
Belki de filmin insanı bu kadar etkilemesinin nedeni gerçeklikten hiç kopmuyor oluşu. Bir kurgu düzleminde ilerlerken aslında bize bunlar yanı başınızda oldu siz de bunu gördünüz demesi. Bunu Bahman Ghobadi nasıl yapabildi? Nasıl başarabildi diye insan sormadan edemiyor kendine. Tabii filmlerde hiçbir şey rastlantısal olarak ortaya çıkmaz. Her şey bir amaç doğrultusunda konur kameranın önüne. Hatta bazen size çok anlamsız ve basit gelen bir nesne bile öyledir. Tabii buna oyuncular da dahil. Bize bu gerçekliği en başta oyuncu seçimlerinde yansıtıyor Bahman Ghobadi. Filmdeki oyuncuların hiçbiri tanınmış, popüler oyuncular değil, hatta daha önce oyunculuk bile yapmamışlar. Köy halkını oluşturan insanlar da buna dahil. Oyuncu seçimini bir tık üst seviyeye çıkaran Bahman Ghobadi filmde gösterdiği travmaları gerçekte de yaşayan çocuklardan seçmiş oyuncularını. Mesela filmin başrol oyuncularından biri olan Avaz Latif (Agrin) elektriği bile olmayan bir köyde yaşamaktadır. Soran İbrahim ise çocukların içerisinde daha önce televizyon görmüş tek çocuktur. Bizim o yüreğimizi dağlayan minik çocuğumuz gerçek hayatta da kördür. Tabii Bahman Ghobadi bu kadroyu oluşturur oluşturmaz hemen kamerasını almaz eline. Ömründe hayatında televizyonu bile görmemiş bu çocuklarla bu işe başlayabilmek için önce onlarla arkadaş, dost olur. Kendini sevdirir, alıştırır onlara. Sonra geçer işinin başına.
Filmdeki bazı kültürel sembollerde aslında bize bu gerçekliği çağrıştırıyor. Mesela kırmızı balıklar… Baharın gelişini simgeleyen nevruz inancına göre bu kırmızı balıklar yeniden doğuşun ve iyi şansın sembolüdür. Filmdeki bir sahnede Agrin’e aşık olan Soran, duyduğu aşkı gösterebilmek için, daha önce başka çocukların ölümüne sebep olan nehre dalıp o kırmızı balıkları bulmak ve Agrin’e vererek onu ne kadar sevdiğini göstermek ister. Ancak Agrin küçücük kalbinde açılan derin yaralar yüzünden erkeklerden nefret eder. Agrin için önemli olan kırmızı balıklar değil, nehrin ne kadar derin olduğudur. Çünkü artık sadece ölümü istemektedir. Onun için kırmızı balıklar artık yeniden doğuşuna değil, yok oluşuna bir işarettir.
Filmde anlam veremediğim bir şey vardı ama… Filmin adı neden Kaplumbağalar da Uçar acaba? Kendi kafamda bu soruya birçok cevap versem de yeterli gelmedi. Ben de araştırmaya karar verdim. Ve bir hikayesi olduğunu öğrendim. Eski bir hikayeye göre: “Gölde yaşayan bir kaplumbağa, her gün etrafında kanat çırparak yükselen kuşlara özenip, uçmayı ve gölün karşı kıyısına geçmeyi diler. Dileğini kuşlara söyler ve kuşlar da ”Uçabilirsin. Kaplumbağalarda uçar.’’ Diye cevap verir. İki kuş kaplumbağaya bir dal uzatırlar ve ağzıyla sımsıkı tutunmasını söylerler. Kaplumbağa bu dala tutunur. Kuşlar havalandıkça ömrü boyunca hiç bu kadar yükseğe çıkmayan kaplumbağanın şaşkınlık içinde ağzı açık kalır. Ağzını açmasıyla birlikte dalı bırakır ve göle düşer. Hayatının ne bir adım ilerisine ne bir adım gerisine. Sırtında koca bir kambur gibi taşıdığı yüküyle, eviyle, ocağıyla, usul usul yaşadığı, ait olduğu dünyasına.” Tıpkı savaşın çocukları gibi…
Keşke dünyadaki bütün çocuklar eşit olsaydı. Hepsi eşit şartlarda doğsa, hepsi eşit şartlarda büyüselerdi. Keşke hiçbir çocuk özenmeseydi başka bir çocuğun hayatına tıpkı kaplumbağanın kuşların hayatına özendiği gibi. Keşke hiçbir çocuk ona uzatılan dala, her umut ışığına tutunmak zorunda kalmasaydı. Sonra o dal kırıldığında hayal kırıklığına uğramasaydı. Hiçbir çocuğun omuzlarına bu koskoca hayatın yükü binmeseydi keşke. Ama her zaman filler tepişir, karıncalar ezilir.
Bahman Ghobadi çektiği bu filmi: “Diktatör ve faşistlerin politikalarına kurban edilen tüm masum dünya çocuklarına.” Diyerek dünyadaki bütün minik kalplere ithaf etmiştir. Ve bu filmiyle biraz da olsa onların sesi olmaya çalışmıştır.
Benim istediğim ise sadece savaş için değil, dünyadaki bütün çocuklar için iyilik ve güzellik istiyorum. Bu çocuklara kötülük yapanların aklı başına gelsin istiyorum artık. Elleri vicdanlarında baksınlar şu çocukların yüzüne. Gelecek onlara emanet değil mi? Dünyayı güzelleştirecek olan onlar değil mi? Değer mi bunca hezeyana, kötülüğe, bunca karanlığa. Hem de ne için hiç kimseye kalmayacak olan şu dünya için!
Kim bilir, belki bir gün kaplumbağalar da uçar…
Hislerimin çoğunu aktarmışsınız, elinize sağlık.
Teşekkür ederim. Böyle hissetmenize vesile olabildiysem ne mutlu bana…