
İnsan, hayatının gidişatını her zaman seçmek zorundadır. Önüne çıkan fırsatlar değil de, mücadele ederek oluşturduğu bir geleceği hazırlamak için ömür boyu mücadelesini sürdürebilmelidir. Elinde olmayan şeylere kader demektense, yaptığı her şeyin kendi seçimleri doğrultusunda ilerlediğinin farkında olmalıdır. Belki çoğu bu gerçeği fark etmez ama bütün sonuçlar kendi seçimleri doğrultusunda olur.
Toplumsal bir varlık olan insan, ben merkezli düşünmeyi bıraktığı zaman merhametli bir şekilde gelişecek ve çok daha güzel noktalara ulaşacaktır. Ben merkezli hayat yerine biz merkezli bir hayat oluşturursa, çevresini de güzel hale getirdiğinin ve zamanla toplumu da etkilediğinin farkına varacaktır. Bunun yanında bizler kendimizi ne kadar çok güzelleştirmeye çalışsak da soyumuzun Dinozor ırklarından daha kısa olacağı aşikârdır. Dünyayı güzelleştirme ihtimaline inanmak için çocuk ruhlu olmak gerekir. Fakat insanlar çocukları bile öldürürken bunun olması imkânsızdır. Bizler de bunlardan bir nebze soyut hale getiririz kendimizi. Ve daha farklı dertlerle boğuşmaya başlarız.
İçsel sancılar tam da bu noktada baş gösterir. İnsanlar içimizdeki güzelliği öldürmeye başladıklarında biz de kendi kabuğumuz içine çekiliriz. Bu çekilme belki korkudan, belki de kendimizden korktuğumuzdan kaynaklanır. Her şeyin bir sebebi vardır elbette. Gidenlerin, kalanların, yalanların… Maskelerin bile bir sebebi vardır. Bizler yaşayarak öğrenen ve gelişimini diğer türlere göre daha geç tamamlayan canlılarız. Bir ceylan doğduktan saatler sonra avcılardan kaçabilecek kabiliyete kavuşur. Bir tavuk yirmi günde yumurtlamaya başlar. Ama insanlar yaşı yetmişe dayandığında bile hayatla ilgili bir fikri, amacı, inancı, düşüncesi, kabiliyeti ve daha birçok şeyden noksan olarak hayatını bitirebiliyor.
Bunun en basit örneği olarak Büyük İskender’i gösterebilirim. 20 yaşlarında kurmuş olduğu imparatorluk, 30 yaşına gelince ölümü ile birlikte sona erdi. Sırf kibrinden dolayı İskenderiye ismini verdiği şehirler, belki de tarih kitapları olmasa hatırlanmayacak ve sonsuza kadar unutulacaktı. Bizler de dünyanın ufacık yara izleri olarak kaybolup gidecekken neden boyumuzdan büyük hayaller kurarız?
İşte bu ruh yangınları içinde sorular sorarken kendimize, kurtuluşumuzun olmayışı kahroluşların en büyüğüdür. Bu soru/n/lar sarmalı, hayatın dışında gibi görünse de hayatın tam merkezindedir. Sırtımızda düşüncelerin ağırlığı, yüreğimizde sevdaların acısı, aklımızda cevapsız soruların kederi… Dalgalar gibi büyürken mutsuzluğumuz, zamanla durulmaya başlar bir kıyıda. Kimse bilmez içimizde ne sakladığımızı. Keşfetmek isteyenler kaybolur ruhumuzda. Yaşayan umutlarımız var elbette, biriken ve çoğalan, karların içinden filizlenen bir kardelen çiçeği gibi. İsteriz ki o karlar hiç erimesin. Çünkü eridiğinde o kardelen çiçeklerimizi de koparmak isteyenlerin varlığı bizim en büyük korkumuzdur.
Fotoğraf ; Sezgi Uysal
Bir Yorum