EdebiyatHikaye

Evsiz Adam

 Çoğu insanın iğrenerek baktığı, hatta genelde görmediği evsiz adam, bir parkın bankında uyandı. Uyanmak istememişti aslında, gözlerini yeniden kapatmaya çalıştı. Ama karın gurultusu ve midesinin boşluğu onu doğrulması için zorladı –her zamanki gibi.

Su birikintisinde suratına baktı, pek de bakılacak yönü yoktu kendince. Bakımsız sakallar, dökülmüş ve kabarmış saçlar, iki göze benzeyen karartı ve bir burun vardı. Kaba ve estetiksiz bir burun.

Ellerini cebine soktu ve yola koyuldu. Beyaz yakalılar için işe gitme vaktiydi. Tanrı tarafından bahşedilen kısıtlı zamanlarını, üst makamlarındaki insanların kazançları için çarçur etmeye doğru yola koyulmuşlardı. Karşılığında da para denilen illeti alıyorlardı işte. Her gece gözlerini kapatırken, sonunun geldiğini düşünerek uyuyan evsiz bir adam için para ne kadar önem taşıyordu ki? Tek önemi, üstündeki adamın resmiydi belki.

Küstah, kibirli ve acınası bakışlardan arınarak sokağın sonundaki çöplüğe geldi. Sitenin tüm çöpleri burada toplanıyordu.

Dün pazardı, bu yüzden şanslıydı. Çünkü pazarları genelde bol çeşitli yemekler yapılırdı, ertesi gün de yarısı çöpe atılırdı. Yarım yenmiş tostlar, ısırılıp bırakılmış biftekler, tadı beğenilmemiş ev yapımı tatlılar. Tanrım, bir evsiz için ziyafetti bu!

Karnını bir güzel doyurdu. Etin birazını da cebine attı. İki sokak ötedeki belediyenin yapmış olduğu musluğa yürüdü. Kalın ve yırtık montunu kenara bıraktı. Kazağının kollarını sıyırdı. Cebinden küçük su şişesi çıkardı, doldurdu. Montunun yanına koydu. Bir güzel iştahla suyunu içti. Sonra elini, yüzünü yıkadı. Hijyen önemliydi çünkü. Dün ona yemek getiren kadın öyle demişti. Üstünü giydi, şişeyi cebine koydu. Yola koyuldu.

Bir arkadaşı vardı, sokak köpeği. Biraz tüylü bir arkadaştı tabii, ama kendisini aşağılayan bakışlarla süzmeyen tek canlıydı o. Binlerce soylu insana bedeldi. Derisi kemiklerine yapışmış, hayatın hızla yaşlandırdığı bir köpekti bu. Evsiz adamdan çok da farkı yoktu aslında.

Cebine attığı yemeği köpeğin önüne koydu, birkaç hafta önce çöpten arakladığı paslı su kabına da şişedeki suyu döktü. Dostu iştahsızdı, yemeği biraz kokladı. Sonra dokunmadı. Ölmek istiyordu, kurulan bu düzen ona ağır gelmişti. Daha fazla kaldıramazdı. Bir yandan da ona karşılıksız iyilik yapan adamın yanında bu kadar umutsuz gözükmek istemiyordu, onu üzmeye niyeti yoktu. Seviyordu onu, ne kadar belli etmeye gücü olmasa da. Karanlık bir köşeye çekilip, ölümü ciğerlerine soluyacaktı. İsteği buydu. Ama yerinden kıpırdayacak hâli yoktu evsiz köpeğin.

Adam, köpek ölse üzülmeyecekti. Hatta mutlu bile olacaktı. Çünkü vücudu acı çektiriyordu köpeğe. Bakışları solmuştu, zor nefes alıyordu. Hayatın Ezdikleri tarafındaydı işte, kaçışı yoktu. Belki otuz yaşına gelmiş; el bebek gül bebek büyütülmüş, etrafı sahte ilişkilerle dolu, bir kere bile soğuğa maruz kalmamış, hayatını sosyal medyaya göre şekillendiren acınası bir yaratıktan daha çok şey biliyordu. Ama, o sokak köpeğiydi bir kere! Kimin umurunda ki ne bilip bilmediği?

Adam, yukarıda onu izleyen birilerinin olduğunu düşünerek, bir şeyler anlatmaya çalıştı onlara. Kendince anlattı, sevgili okur. Kendince döktü içini. Ama biz anlamadık işte. Demeye çalıştığı şeyler ise şunlardı: “Eğer bulutların üstünde biri varsa lütfen sesimi duy! Şu köpeğin, şu canlının acılarına son ver ve onu vücudundan ayırarak özgürleştir, ruhu gezsin dört bir yanda! Birazı benim özümle, gerisi refah bulacağı bir yere karışsın!”.

Yaklaşık iki saatini; kokulu arkadaşının yanında oturarak, başını okşayarak, biraz da insani duyguları yüzünden gözyaşı dökerek geçirdi.

Rüzgâr soğuk esti, adam güneşin farkına vardı. Güneş, gökyüzündeki dansının sonlarına yaklaşmıştı. Her şeyde olduğu gibi, güneşin de sadece doğuşu ve batışı güzeldi. Gerisi sadece boşa geçen zamandı.

Eti yeniden cebine soktu, köpeği son gücüyle sırtladı. Üç, dört sokak ötedeki evsizlerin çöplüğüne doğru yol aldı. Akşama doğru, orada ateş yakılıyordu. En azından dostunun son günlerini üşümeden geçirmesini istiyordu.

Evsiz adam, evsiz köpekle beraber, evsizlerin yanına vardı. Ateşin etrafında çember kurmuşlardı. Herkes bizimkilere baktı, sonra sakince yer açtılar.

İnsanlar birbirleriyle konuşmuyordu, ama çok şey anlatıyorlardı. Birbirleriyle yemeklerini paylaşıyorlardı, üşümemek için birbirlerine sokuluyorlardı. Kimse kimseyi garipsemiyordu, ötekileştirmiyordu. Sokak köpeğini bile. Herkesin arasında bir bağ vardı: aynı kaderin mahkumlarıydı hepsi.

İçten içe dua ediyorlardı Tanrı’ya veya tanrılarına. Ya da sadece umuyorlardı. Yağmurun yağmaması gerekiyordu. Ateş, onları dünyanın sarsıcı darbesinden koruyan tek kaleydi. Güya yağmur, bereketti. Ama istemediklerine de felaket olabiliyordu.

Evsiz adam, dostuna baktı. Belki son kez gözlerini açık görüyordu, bilemezdi. Hep bu bilinmezlik öldürüyordu insanı zaten. Sonra oradaki insanlara baktı. Giyinişlerine, görünümlerine, yüzlerine, cinsiyetlerine aldırmadan hepsinin düşüncelerine odaklandı. Çoğu insanın yapmadığı bir şey yapıyorlardı. Hepsi; kendilerinin, canlıların, insanların, yemeğin, suyun, ateşin, yağmurun varoluş sebebini düşünüyordu. Kendilerini tatmin etmek ve onlara sunulan bu kaderi anlamak için bir cevap arıyorlardı sadece. Kısa veya uzun olması önemsizdi. Bir cevap olması, yeterdi onlara. Bunu bulabilmek, anlayabilmek için kelimelere hâkim olmaya gerek yoktu onlara göre. Yaşanmışlıklar yeterdi, belki biraz da ekmek…

SON

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu