Otuz
Sen beni hatırlamazsın; ben yılgın ırmakların suyundan içmiş, kaderin sille tokadına acıma duygusuyla bakmış, koca bir gökyüzüyüm şimdi. Günlerin, gecelerin nasıl geçtiğini inan ben de hiç anlamadım. Kavanoz kapağından içine cam macunu koyup, gazoz kapaklarına isabet ettirmeye çalıştığım günler; işte tam şurada sağımda duruyor. Önümde; yan komşumuz Ayşe teyzenin bahçesinde duran incir ağacını elektrik borularından attığımız, ucu sivri külahlarla doladığımız fotoğraf… Soluma da mahalleye yeni taşınan komşu kızının güzelliği ile beni sevdaya tutuşturuşunu almışım ki, sorma!
Arada takvim yapraklarına bakıyorum ve zaman bu kadar çabuk geçmiş olamaz diyorum.
Şimdi sen, akşam ezanına kadar müsaadeli komşu çocuklarına bir el atıp gelişini muştularken; taştan kale yapıp futbol maçına hazırlanmayı tembihliyorsun. Adımlar atılarak sırayla takımına topçuları seçerken; yine bir kaptan edası üzerinde… Sokaktan her araba geçişinde maçı durdurup, o an takım arkadaşlarınla taktikleşmelerin vardı; hiç unutur muyum? Nasıl da kazanma hırsını alnındaki ter havuzuna doldururdun. Maç esnasında hırçınlaşıp da söz dövüşünde yenmeye çalıştığın arkadaşlarınla, maç sonlarında omuz omuza verip; oturup da belediyenin yeni boyadığı kaldırım taşının üzerine, leblebi tozu yiyişlerin vardı. Unutmadım elbet. Terden sırılsıklam olan vücudunu değiştirmeyip de direnirken hastalığın icadına erkekçe, annene homurdanışlarını nasıl unuturum; unutmadım.
En güzel yıllarını geçirdiğin sokakta, akşam ezanı vakitlerinde istemeden eve çıkışların vardı. Zilin vurmasıyla kapıya koşar, ardında babanı gördüğünde sıçramaların yeri göğü nasıl da inletirdi! Getirdiği sıcak ekmekleri elinden alır sofraya doğru giderken içinde hızla biriken büyüme isteğini sorgulamaya başlardın.
Yemek sonrası mahalle abilerinin kapı önü buluşmaları gece yarılarına kadar sürer, hiçbir komşu da bu ses cümbüşüne ses etmezdi. Sen de bir izin koparmaya çalışıp babandan, sokağa yeniden inme hevesini doldururdun içlerine.
-Hem herkes aşağıda, bir şey olmaz babaaa
Hep zayıf yönünden yakalardın babanı. “Hayır” diyemeyeceğini bildiğinden, annenden önce babana koşardın. İzni koparıp da inince sokağa, oturup mahalle abileriyle bu sefer koca adam olurdun. Büyüyüp de kocaman hayallere cümleler kurardın. Bir balkon seslenişi bölerdi keyfini her akşam.
-Oğlum hadi eve gel artık, geç oldu.
Annelerin hep böyle vakitsiz çağırdığını düşünürdün. Bilseydin yaşın büyüdükçe bu çağırmalar olmadan koşarak gitmek isteyeceğini; hiç aman vermezdin annenin ağzından dökülen kelimelere.
Bir ranza almışlardı tahtadan. Kardeşinle üstte yatma kavgası yapıp da büyük olmanın verdiği güçle kandırmıştın bir şekilde. Merdiveninden iki sıçramayla yatağına zıplar, günün anlamadığın yorgunluğunu dakikasında teslim ederdin uykuya.
Ben senin en çok dünyanın hiçbir derdini düşünmeden başını yastığa koyduğun gibi uyumalarını özledim.
Sabahları da herkesten önce uyanır, televizyonun başına erkenden otururdun. Cam kenarından bakışlarında yakaladığın mahalleye yeni taşınan kızın geçişlerinde, Sinan Özen’in Hazalım şarkısını son ses açar; duymasını isterdin. Duysa ne olacaktı ki sanki? Ama olsun; duysundu. Hiç düşünmedin ki o şarkıyı onun için çaldığını bildiğinde ne yapacağını. Allah’tan mahalleyi çabuk bitirirdi de sabahın o saatinde komşuları uyandırmadan hemen kısardın sesini kasetçalarlı radyonun. Ah ben senin sevdanın böyle masum olduğunu bilişlerini özlüyorum bir de. Tek derdinin bir şarkıyı duyurmak oluşlarını, o çocukçu halinle bir kadını karşılıksız sevişlerini…
Ne gülüşler geçti ne ağlamalar ve ne anılar birikti bu dostluğun, kardeşliğin anlamını yitirmediği büyüdüğün sokakta. Şimdi bakıyorum da bu sokağa aynı balkondan hem de; yitip gitmiş tüm genç gülüşlerin. Ben şimdi sakalını kocaman biriktirmiş, aynanın karşısında jöle ile ortadan ikiye ayırdığın saçlarının yarıdan fazlasını dökmüş yanınım senin. Ben bir zaman büyümek için kurduğun hayalleri, “Ah keşke zamanı geriye alabilsem!” umudunu taşıyan ve mümkün olmayışına iç geçiren halinim. Büyümek de güzel çocuk, büyümek de. Ama en çok senin o çocuk kalışlarının özlemi içimde…
Dünyanın bin bir türlü halini yaşayıp da sığdırdığım otuz yaşına, yılların derin hasreti dem vuruyor arada. “Olsun!” diyorum; olsun her yaşın ayrı bir güzelliği var. Bu da otuzun güzelliği olsun.