Avucundaki Curcuna
Güneş yeni doğuyor ve güne merhaba ışıkları saçılıyordu. Olağan dışı olmayan bu olayda; olağan olmayan bir şeyler vardı. Perdeden sızan güneşini terk edip evine sığınan ışınları seyretti. O bile biliyordu terk etmeyi, ona da birisi öğretmişti; belli. Sızan ışınların odasında bıraktığı karmaşıklığı sevdi, uçuşan tozları nasıl da fark edememişti! Şimdi yüzüne yüzüne vuran gerçeklere yenileri ekleniyordu; sinirlendi. Güneşin yıldızları ölçüsünü bilmediği yıllar öncesinde terk ettiğini düşünüyor, buna inanıyor ve içten içe kızıyordu. Güzelliğine mi güvenmişti peki? Yıldızlar daha güzel değil miydi? Peki ya güneş? O da bir yıldızdı. Eee, ama geldiği yeri ne de çabuk unutmuştu…
“Gecenin görkemini kıskanmış olacak.” diyerekten sustu.
Işıklar süzüldü ve kondu her bir yanına odanın,
Duvardaki gölgeye sığınarak sesleniyordu sanki; kulak verdi, dinledi.
Avuçlarına baktı. Anlamı olan bir kaç bir şey ararcasına inceledi. Bu çizgilerin bir anlamı var mıydı? Yüzümüze kazıdığımız her anının oluşturduğu kırışıklık dedikleri şeylerden farklı olacaktı ki ellerinde taşıyordu onları, birilerinden gizlercesine; bazen de birisi için korkusuzca gözler önüne serercesine… Tutunduğu ne varsa oradaydı. Bazen bir anı, bazen anne kokusu, bazen bir adam, bazense hiçlikleri… Tutunabilmeyi küçük yaşta öğrenmişti, mecbur bırakılmış ve yalnızlığı iliklerine kadar hissettirip onu her an aklına tutturmuştu akıl atacıyla.
Memnundu. Sorun yoktu. Hiç de olmamıştı.
Ellerini incelerken anılarına süzülmeyi ihmal etmedi. Bilirsin işte hayal etmekten sıkılırsan; anılarında sakladığın kötü gün hayallerini kullanırsın. Hayalin de tembelliği mi? Pes yahu!
Küçükken elinden tutamadığı adamı düşündü bu sefer; tuttuysa da hatırlamadığı. Varlığına ortak olup, yokluğuyla bu ortaklığı bozan adamı. Çoğu zaman aklından kovaladığı ama gerçekliğini savuramadığı adamdı bu; reddedilemez ve kabulü de sorunlu olacak olan hani. Bazıları “baba” derdi ona, bazıları kendince sevgi sözcükleri donatırdı ağızlarına; dolu dolu. Oysa ki o çocukluğunu koymuş avuçlarına, ağzına donatamadığı hitapları yazmış teker teker kimse görmesin diye de kendi bile unutmuştu.
Avucuna saklamıştı çocukluğunu. Sanırım elinden alacaklarından korkmuştu.
Nasıl fark edememişti bu zamana kadar avuçlarındakileri? Nasıl da unutturmuştu hepsini kendine? Ellerini bir adama verdiği gün sorgulamıştı ilk bunu. Çizgilerin anlamını ve sakladıklarını görür mü fısıltısı kulaklarında yankılanmış ve o günden beri avuçlarını ona her gün daha da çok açmıştı; korkmadan. İlk cesaretiydi belki de ya da en güzel cesareti de olabilirdi. Sevdi kendini. Bu çok nadir olurdu; sevindi.
Odadaki ses artık gidiyor, güneş avuçlarındaki sarısını alıp yarına söz veriyor, yine geleceğim diyordu.
Fark ettiklerine sevindi. En çok da kaybettiği sandığı çocukluğuna…
İçerideki ses;
“Sonunda gelebildin avuçlarının gerçek sahibi, ne de çok beklettin bizi…”
Konuşan bir çocuktu, tanıdık ve özlenilen.
İllustrasyon: Nurcihan Mızrak